Reenkarnasyon Konusu Cevap – 2

Sayın Prof. Abdulaziz BAYINDIR,

Tartışmanın devamından memnuniyet duymanızdan dolayı ve fikirlerinizi tenkit eden yazılara sitenizde yer vermekle göstermiş olduğunuz demokratik tavır için, asıl ben size teşekkür ederim. Bu tutumunuzu,  kendilerine gönderilen en küçük bir eleştiri yazısını bile yayımlamak olgunluğuna henüz erişememiş olan; İslami yayın yapma iddiasında fakat özgüvenden yoksun, bazı gazetelerin örnek alması gerektiğini düşünüyorum.

Hakaretamiz ifadeler kullanılmaması konusunda elbette haklısınız. Ancak, bahsetmiş olduğunuz cümlede vurgulamak istediğim; söz konusu eserlerin neşriyatı ile meşgul olanların, çok daha hassas davranmaları gerektiği ve görülen hataların ise, ilim erbabınca yapıcı bir şekilde tenkit edilerek düzeltilmesine katkı sağlanması hususu idi. Ayrıca şahsen, prensip olarak; düşünceler çok farklı olsa bile, yalnızca fikirlerin muhatap alınmasını; fikir sahiplerinin hedef alınarak rencide edilmesini doğru bulmayan bir düşünceye sahibim. Bu açıdan, maksadı aşan bir ifade kullanmış olmaktan üzgün olduğumu ve hakaret kastım olmadığından emin olmanızı ifade etmek isterim.

Değerli Prof. Abdulaziz Bey,

Said Nursi’nin ‘İşarat’ adlı eserinde yer alan mevzubahis Arapça ibarenin yanlış yorumlanması sonucu; içeriğinde ima dahi edilmeyen tenasüh düşüncesi olduğu ileri sürülmektedir. Anılan zat’ın böyle bir düşüncede olduğunu söylemek, çok büyük bir ithamdır ve o zat’a yapılan bir haksızlıktır.

Malumunuz olan bir hususu hatırlatmama izin veriniz.. Bir tercüme yapılırken, kaynak dilin ve hedef dilin çok iyi bilinmesi yanında; konu ile ilgili terminolojinin de dikkate alınması gerekir. Tercümede, kelimelerin bire bir sözlük anlamları çevirisi yerine; kaynak dildeki kelimenin (cümlenin-ibarenin) manasını, hedef dilde tam olarak (veya doğruya en yakın) karşılayacak şekilde kelime seçimi gerekir. Ayrıca tercüme edilecek olan metnin; ne zaman, ne amaçla, kimlere hitaben, hangi sosyolojik ve kültürel ortamda kaleme alındığı gibi hususların göz önünde bulundurulması gerekir. Aksi takdirde tercüme sonucu, orijinal metinde kastedilenin dışında bir anlam ortaya çıkabilir. Bu nedenle mütercimin, tercüme edeceği metni okuyup, konuyu tam olarak kavradıktan sonra tercüme yapması doğru olacaktır. (Dini eserlerden tarihi eserlere kadar, pek çok konuda eksik veya yanlış tercümelerin örneklerini neşriyat aleminde görmek mümkündür.)

Bu bağlamda baktığımızda, söz konusu ibarenin tercümesinde ve doğru yorumlanmasında; olmazsa olmaz koşulumuz, bu metnin yazılma sebebi olan; “Sen kimsin? Ölümünden sonra da sen sen misin? Bedenin yıkılmasının ruhun birliğine etkisi var mıdır?” şeklindeki sorunun göz önünde bulundurulmasıdır. Bu soruyu göz ardı ederek yapılacak her türlü yorum, gerçeği yansıtmaktan uzak kalacaktır.    

Müellif, bu soruya üç aşamada cevap vermektedir. (İnsan bedeninin yılda iki kez yenilendiği varsayımıyla ki; bu durum müellifin Leme’at adlı eserindeki Eddai başlıklı şiirde de geçmektedir. Önceki yazımda açıklandığı için burada tekrara girmek istemiyorum.)

1-      Önce;  mevcut haldeki kendini tanımlamaktadır: “Şu andaki ben; kırk yıldan beri, birbiri ardından (seri halde)  gelen kıyametlerle (ölüp-dirilmelerle) ve birbirini izleyen istinsahlarla (birbirinin aynı-kopyası ile) doğum sancısı çeken; seksen Said’in hülasası (özeti) olarak doğdum (meydana geldim).  Bu (şu andaki) Said; canlıdır, konuşur, ölüdür. (adeta canlı-konuşan bir ölüdür.)

2-      Sonra ikinci aşamada; geçmişte kalan o temsili bedenlerin durumunu açıklamaktadır: “Şayet, zamanın akışı dursa (zamanın suyu donup katılaşsa) onlar (o Saidler) görünür olsalar, birbirlerini tanımayacaklardır. (Her biri bir diğerinden farklı görünümde olacağından -altı aylıktan kırk yaş arası-)

3-      Ve son olarak; geçmişteki temsili bedenlerle ruh arasındaki irtibatın mahiyetini ortaya koymakta ve o eskiyen-değişen bedenlerin ruhu üzerinde herhangi bir değişikliğe sebep olmadığını, onların sadece eskiyen elbisenin çıkarılıp yenisinin giyilmesi gibi olduğunu ifade etmektedir. Yani bu dünyada gözümüzün önünde cereyan eden; kırk yıllık bir ömür boyunca, altı aylık tıfıl bir bebekten kırk yaşındaki olgun bir beden arasında; seksen kez tekrar eden bozulma ve onarım olmasına rağmen (bir nevi kıyametle ölüp, kopya eder gibi yeniden var oluş tarzında), ruhumuzda herhangi bir değişiklik olmamaktadır. Kırk yıl önceki ben, şu andaki ben’le aynıdır.

Özetle baştaki sorunun cevabı: Geçmişteki mecazi ölümlerin etkisi olmadığı gibi, bundan sonra gelecek hakiki ölümüm de benim ruhumda herhangi bir tesire-değişikliğe sebep olmayacaktır.  

Evet, bu metinden çıkarılabilecek mana bu çerçevede olmalıdır.  Bunun dışındaki yorumlar zorlama olur. Başlangıçtaki soruyu göz ardı etmek olur.

Üstelik, “40 yıl doğum sancısı çektiler” ifadesinden; “..bu bedenlerin 40’ar yıl arayla geldiği..” şeklinde bir anlam çıkarmanın hiçbir dayanağı bulunmamaktadır. “Fi erba’ıyne seneten” ifadesiyle zaten süreyi “kırk yıl içinde, kırk yılda” olarak sınırlamaktadır. Oradaki 40, bulunduğu yaşı ifade etmektedir. “Kırk yıl arayla” ifadesi doğru olsaydı, süre 40X80=3200 yıl olurdu. Ayrıca 80 beden için hareket noktası “insan bedeninin yılda iki kez yenilenmesi” tezi olmaz ve metinde “fi külli senetin bimuhaceretis’neyni” ibaresi yer almazdı.

Bu arada metinde geçen “intinsah” kelimesine tenasüh anlamı yüklemek de doğru değildir. Bilindiği gibi istinsah bir şeyin aynı ile çoğaltılmasıdır. Yani bedendeki hücrelerin yıpranması ile, bir taraftan seri halde yılda iki kez kıyametler (ölüp-dirilmeler) olurken, diğer yandan yeniden dirilen bu bedenler adeta istinsah edilmiş (kopyalanmış) gibi birbirinin aynıdır. (Fakat, aynı kumaştan aynı modelde aynı elden çıkmış olsa bile; altı aylık bebek elbisesi ile kırk yaş beden elbisesi yan yana konulduğunda nasıl farklı görünürlerse, öyle de bu mecazi-temsili bedenlerin yan yana geldiğinde birbirlerini tanıyamayacakları ifade edilmektedir.).    

Tenasüh ise; ölen bir kişinin ruhunun, (başka bir yer ve zamanda, başka bir ana babadan doğan) başka bir bedende ve başka bir isim altında, vücut bulması şeklinde tanımlanan batıl itikattır. 

Burada anlatılmak istenen: Tenasüh gibi batıl bir itikat değil, insan bedeninin 40 yıl içinde 80 kez değiştiği-yenilendiği halde, ruhunun değişmeyip aynı kaldığı şeklindeki bir biyolojik ve ilmi gerçekliktir. (ki; bunu tespit ettikten sonra, gelecekteki asıl ölümün de ruhu değiştirmeyeceği sonucuna varmakta ve başlangıçtaki sorunun cevabını vermektedir.) 

Ayrıca, Said Nursi’nin 1926-1949 yılları arasında Türkçe olarak yazmış olduğu Sözler, Mektubat, Lem’alar ve Şualar gibi eserleri yanında; Cumhuriyetten önceki dönemde, çoğunlukla Arapça olarak kaleme almış olduğu ve bilahare Türkçeye tercüme edilen Mesnevi Nuriye ve İşarat-ül İ’caz gibi daha birçok eseri bulunmaktadır. (Söz konusu ibarenin yer aldığı ‘İşarat’ adlı risale de o dönemde Arapça olarak yazılmıştır.)

Müellif Said Nursi, Arapça telif ettiği eserlerin en önemlisi olan İşarat-ül İ’caz adlı eserin Türkçe tercümesinin giriş bölümünde, Tenbih başlığı altında;

“İşarat-ül İ’caz tefsiri, …dört sebebe binaen gayet muhtasar ve icazlı bir tarzda yazılmış; …Evvela: O zaman, izaha müsaade etmiyordu. Eski Said, icazlı ve kısa tabiratla ifade-i meram ediyordu. Saniyen: Gayet zeki olan kendi talebelerinin derece-i fehimlerini düşünüyordu, başkaların anlamalarını düşünmüyordu…”  şeklinde bir uyarıda bulunduktan sonra, yapılan tercüme ile ilgili olarak;  “…Türkçeye tercümesi, Arapçadaki cezalet, belagat ve harika kıymetini muhafaza edememiş, bazen de muhtasar gitmiş. İnşaallah Arabi tefsir, bu tercümenin ahirinde bir mani olmazsa neşredilecek; tercümedeki noksanlarını izale edecek…” şeklinde bir açıklamada bulunmaktadır.

Kanaatimce, bu uyarı ve açıklamayı söz konusu ‘İşarat’ adlı risale için de dikkate almak gerekir.  

Esasen, Müellifin eserleri incelendiğinde; Arapça olarak kaleme alınan ilk dönem eserlerinde geçen bazı terim ve konuların, daha sonra Türkçe olarak yazılan eserlerde, yer yer geniş olarak açıklandığını görmekteyiz. Mesela, konumuz olan ibarede geçen “kıyamatin müselseletin” terimi, Sözler adlı eserde; Beka-i Ruh ve Melaike ve Haşre dair yazılan  29ncu Söz’de, Dördüncü Medar başlığı altında; “Pek çok nevilerde, hattâ gece ve gündüzde, kış ve baharda ve cevv-i havada, hattâ insanın şahıslarında, müddet-i hayatında değiştirdiği bedenler ve mevte benzeyen uyku ile haşir ve neşre benzer birer nevi kıyâmet, bir kıyâmet-i kübrânın tahakkukunu ihsâs ediyor, remzen haber veriyorlar…” “..Bir şahsın müddet-i ömründe başına gelmiş birçok kıyâmet çeşitleri vardır. Her gece bir nevi ölmekle, her sabah bir nevi dirilmekle emârât-ı haşri gördüğü gibi, beş altı senede bilittifak bütün zerrâtını değiştirerek, hattâ bir senede iki defa tedricî bir kıyâmet ve haşir taklidini görmüş. Hem, hayvan ve nebat nevilerinde üç yüz binden ziyâde haşir ve neşir ve kıyâmet-i neviyeyi her baharda müşâhede ediyor. İşte, bu kadar emârât ve işârât-ı haşriye ve bu kadar alâmât ve rumuzât-ı neşriye, elbette kıyâmet-i kübrânın tereşşuhâtı hükmünde, o haşre işaret ediyorlar…” şeklinde geniş olarak izah edilmektedir.  

Netice itibariyle; Müellifin tüm eserleri incelendiğinde; ehl-i sünnet itikadına muhalif bir tenasüh fikrinin olmadığı görülecektir.

Muhterem Prof. Abdulaziz BAYINDIR Bey,

Müsaadenizle tenasüh meselesini burada noktalayarak, yazılanları okuyanların takdirine bırakıp; bundan sonra, sitenizdeki “Nur Risaleleri’ne Eleştirel Bir Yaklaşım” adlı dokümanda ileri sürülen daha başka iddialarla ilgili gördüğüm yanlışları dile getirmek istiyorum.

Selam ve Saygılarımla
Rafet KALYONCU