Yazar Hakkında
Abdulaziz Bayındır
Örneklerle Osmanlı’da Ceza Yargılaması
Osmanlı Devleti’nde İslam Hukukunun hemen her mezhebine bağlı vatandaşlar olmakla beraber Hanefî mezhebine bağlı olanlar daha çoktu. Bu yüzden yargı faaliyeti, bu mezhebe göre yürütülürdü[1]. Dolayısıyla Osmanlı yargı hukukunun kaynakları, Hanefi Mezhebi’ne ait fıkıh kitaplarının kaza, davâ, şehâdet, ikrâr, beyyinât, yemin, sulh ve vekâlet bölümlerinde geçen hükümlerle, bazı bölümlerin (bâb veya kitab) sonunda yer alan özel hükümlerdir. Bunların önemli bir kısmı Mecelle’de[2] yer almıştır.
Hanefi mezhebi dışında bir mezhebe bağlı vatandaşlar arasında meydana gelen ve kendi mezheplerine göre hükme bağlanması uygun görülen davalarda, taraflar o mezhebin âlimlerinden birini hakem tayin ederlerdi. O, kendi mezhebine göre hükmünü verir ve daha sonra hâkim bu hükmü tasdik ederek yürürlüğe koyardı[3]. Mahkemeler verdikleri belgelerin bir suretini, şeriye sicili denen defterlere kaydederlerdi. Bu defterlerin Türkiye’de olanları İstanbul Müftülüğü Şer’iye Sicilleri Arşivi ile Ankara Etnografya Müzesi’ndedir. Bu yazı, bu siciller içinde yer alan maruzlar ışığında hazırlanmıştır. Maruzlar, mahkemelere yapılan şikâyetleri, keşif ve tahkikat raporlarını, naiblerin[4], daha çok ceza konularında yürüttükleri soruşturmaları ve hâkimin onayına sundukları kararları ile hâkimlerin üst makamlara arzettikleri konuları içerir. Bu belgeler, bazı sicillerin ortasında veya sonunda bulunurlar. Bu konuda tutulmuş ayrı defterler de vardır.
I- YARGININ İŞLEYİŞİ
Osmanlı Şer’iyye Mahkemeleri’nde hukuk ve ceza ayrımı yoktu. Mahkemeler hem her türlü yargılama ile hem de noterlik işleriyle uğraşırlardı. Osmanlılarda ceza yargılamasının işleyişini kısaca görmeye çalışalım.
A- Yetki Hakimlerin yargılama yetkileri, coğrafi bakımdan sınırlandırılırdı. Bu, idari kuruluş sınırlarına göre olurdu. Mesela Bursa Kadısı ancak Bursa’nın merkezinde hükmedebilir, Bursa’ya bağlı kaza ve livâlarda hükmedemezdi[5]. Yer itibariyle yetkili mahkeme, davalının ikamet ettiği yer mahkemesiydi. Ancak devamlı ikamet şartı yoktu. Bir bölgede geçici olarak bulunan kişi aleyhine, o yer mahkemesinde dava açılabilirdi[6].
B- Vazife Kaide olarak bir hakim, kazası dahilinde meydana gelen her türlü davaya bakardı ama bakabileceği davaların sınırlandırılması da mümkündü[7]. Yargılamada kendilerine yardım etmek üzere hakimler, naib tayin ederlerdi. Sicillerden anlaşıldığına göre bunlar, genellikle ilk soruşturma işlemlerini yürütmekle görevlendiriliyorlardı.
C- Tarafların Belirlenmesi Dava, bir kimsenin hakim huzurunda diğer kimseden hak talep etmesidir. Hak talebinde bulunan kişiye davacı, karşı darafa da davalı denir[8]. Mahkemenin davaya bakabilmesi için, davacının dava açmış olması şarttı. Ancak davayı dilekçeyle açma şartı yoktu. Davacının hakime bizzat müracaatiyle dava açılmış olurdu. Şahsi davayı gerektiren konularda mağdur veya vekili, mahkemeye başvurup dava açardı. Kamu aleyhine işlenen suçlardan haberi olan her vatandaş mahkemeye başvurup şahitlik yapmaya ve davayı takip etmeye yetkili idi. Tanizmat’tan sonra Usul-i Muhakemat-ı Cezaiyye Kanunu ile savcılık (müddeî-i umumîlik) makamı ihdas edilerek bu gibi konularda dava açma yetkisi savcılara verilmişti[9].
D-Yargılama Usulü Yargılama, davacı, davalı, bunların vekilleri (avukatları) ve hakim arasında, açık ve sözlü olarak yapılırdı. Bunlardan her birinin görevi ayrıydı. Hiç biri, diğerinin yapması gereken faaliyeti yapamazdı. Hakimin işe el koyması için bakılırdı; eğer suç özel hukukun (hukuk-ı ibad) ihlali sahasına giriyorsa, şahsi dava açılması gerekirdi. Sövme, hakaret, öldürme ve yaralama suçları özel hukuka girerdi. Kamu hukukunun (Allah hakları) ihlali sayılan hırsızlık ve kazif (zina iftirası) suçlarına bakılması da şahsi dava açılmasına bağlıydı. Topluma karşı işlenmiş suçlarda dava kendiliğinden var kabul edilir ve hakimin işe el koyması için bir davanın açılmış olması şartı aranmazdı[10]. Her vatandaş bu konularda mahkemeyi haberdar edip davaya bakılmasını sağlamakla görevliydi[11]. Yani böyle bir suçun işlendiğini gören hakim, tek başına olaya el koyabileceği gibi her vatandaş da mahkemeye baş vurarak hakimi durumdan haberdar edebilirdi. Mahkemeye getirdiği şahitleri dinletebilir, olayı görmüşse şahit olarak ifadesini verirdi. Haklarından ihbarda bulunulan kişi veya kişiler de mahkemeye geterilerek yargılama yapılır, suç ispatlanabilirse, gereken ceza verilirdi.
1-İlk Soruşturma Aşağıdaki belgede görüleceği gibi ilk soruşturma açık olarak yapılırdı. İlk soruşturmayı yapmak üzere görevlendirilen naibin yanında daima güvenilir kişiler (umenâ) bulundurulur ve naible beraber bu kişiler de mahkemeye gelerek neticeyi hakime bildirirlerdi.
2- Son Soruşturma Hakimin naib olarak görevlendirdiği kişi, son kararı vermeye yetkili değilse hakim davayı inceleyip şahitleri tekrar dinlemedikçe yargılamayı sonuçlandıramazdı. Ama naib, son kararı vermeye, yani yargılamaya yetkili ise hakim, onun dinlediği şahitlerin ifadelerine dayanarak hüküm verebilirdi[12].
E- Tutuklama Had ve kısas cezasını gerektiren suçlarda, şahitler dinlendikten sonra, güvenilirliklerinin tespiti için mahkemece yürütülmesi gereken tezkiye işlemleri tamamlanıncaya kadar, emniyet tedbiri olarak, davalı tutuklanırdı[13]. Bunun dışında, sadece sabıkalı kişiler ve kaçmasından endişe edilenler, tedbir olarak tutuklanabilirlerdi. Tutukluların, güvenilir kişelerin kefaletiyle serbest bırakılması ise her zaman mümkündü[14]. Ortada ciddi bir sebep yokken bir kişinin hürriyetini bağlamak doğru olmazdı. Zaten Osmanlı yargı sisteminin hapis hapishanelerle tanışması, Ceza Kanunname-i Hümayunuun (1274/1858) çıkmasından sonra olmuştur. Bu kanun, büyük ölçüde 1810 tarihli Fransız Ceza Kanununa dayanıyordu[15].
F- Yargılama Yargılamanın açık olması zorunluydu[16]. Ceza yargısının bütün safhaları açık olur, yargılama sırasında hazır bulunan kişilerin isimleri kaydedilirdi. Bu, yargının töhmet altına sokulmasını önlerdi. Ayrıca Mecelle yürürlüğe girmeden önce, mahkemelerin verdiği ilâm ve hüccetlerin muhtevası şahitlerle ispat edilmez veya onların bir sureti şer’iye sicilinde bulunmazsa ispat vasıtası sayılmazdı[17]. Bu sebeple hakimler, şahitlik yapabilecek doğru ve güvenilir kişileri, yargılama sırasında dinleyici olarak bulundururlardı[18]. Bunların adı, ilâm ve hüccetlerin sonuna, şühudü’l-hal başlığıyla yazılırdı. Yargılama usulü basit ve kararın gecikmesine sebep olacak şeylerden oldukça uzaktı. Davacı, ya bizzat gelip davasını ikame eder veya bir şahsi beraberinde getirerek onu kendisine vekil tayin edip mahkemeye vekâletini tescil ettirirdi. Eger mahkemeye yalnız vekil gelmişse iki şahitle vekâletini ispat etmesi gerekirdi[19]. Bir avukatlık müessesesi olmadığından herkes dilediği şahsı, yargılamayı yürütmek üzere kendine vekil tayin edebilirdi[20]. Duruşma sırasında hakim, önce davacıya davasını anlattırır[21] ve ifadesini kağıt üzerine kaydederdi. Davayı düzeltme hususunda ona yardımcı olmazdı. Ancak, dava açma usulünü bilmeyen kimseye gerekli usulü ögretmesi için ehil bir zatı görevlendirebilirdi[22]. Eger dava, daha önce yazıyla tespit edilmişse, davacının yüzüne karşı okunarak muhtevası kendisine tasdik ettirilirdi. Sonra hakim davalıya yönelir; «Davacı senden şu şekilde dava ediyor, ne dersin?» diye sorardı[23]. Davalı iddiayı kabul ve itiraf ederse hakim, ikrara dayanarak kararını verirdi[24]. Davalı cevabinda davacının iddiasını reddettiği taktirde, hakim davacıdan davasını ispat etmesini isterdi.
G- İspat Vasıtaları İspat vasıtaları şahitlik, yemin ve yeminden kaçınma (nükul) idi. Mecelle‘nin kabulüne kadar yazılı belgelerin doğruluğu, şahitlerle ispat edilmedikçe ispat vasıtası olarak kabul edilimiyordu. Böylece, sahte belge düzenlenerek mahkemenin aldatılmasının önüne geçilmek isteniyordu. İkrar, bir ispat vasıtası değildi. Çünkü ispat, kabul edilmeyen bir iddianın doğruluğunu ortaya çıkarmak için yapılır. İkrar ise, iddiayı kabul etmektir. İddia kabul edildikten sonra artık ispatına gerek kalmaz. Had cezaları, ya ikrar veya şahitlerle sabit olurdu. İkrar, davalının suçu kabul etmesidir. Zinaya dair ikrar, davalının hakim huzurunda, dört ayrı kere zina yaptığını itiraf etmesiyle olurdu. Diğer cezaların tatbik edilebilmesi için, davalının hakim huzurunda bir kere ikrarda bulunması yeterliydi[25]. Davalı kendisine isnad edilen suçu kabul etmediği takdirde şahitlerle ispat olunması gerekirdi. Zina davasını ispat için dört erkek şahit, diğer hadler ile kısas davalarını ispat için iki erkek şahit şart koşulurdu[26].
Davalının suçsuzluğunu ispat etmesi diye bir kavram yargılamada yer almazdı. Çünkü bir şeyin yokluğu ispat edilemez. Davalının iddiayı reddetmesi, savunması için yeterliydi. Maddi tazminatı gerektiren davalarla tazîr davaları, ya ikrar ile veya yeminden nükul ile yahut şahitlerle sabit olurdu. Burada iki erkeğin şahitliği yeterli olduğu gibi bir erkekle iki kadının şahitliği de yeterli görülürdü[27]. Sırf Allah hakkı olan zina, içki içme ve hırsızlık cezalarıyla, Allah hakkının fazla olduğu zina iftirası cezası ve li’an’ı[28] gerektiren davalarda davalı tarafa yemin verilmezdi. Bu konuda fıkıhçıların ittifakı vardır[29]. Çünkü davalının yeminden kaçınması (nükul), o konuda susması demektir. Sukut ise kesin bir ikrar ve itiraf sayılmayacağından, burada bir şüphe doğmuş olur. Öyleyse, şüphe ile düşen bu çeşit suçların ispatında, şüpheli bir şey ispat vasıtası olamaz Haddi gerektiren suçlar, davalının ikrar ve itirafıyla karara bağlanmış olsa, davalı gerek infazdan önce ve gerekse infaz sırasında ikrarından cayabilirdi. Bu durumda infaz yapılamazdı.
Dava karara bağlanmadan davalı ikrarından caysa, ikrara dayanılarak karar verilemezdi[30]. Haddi gerektiren suçlardan sadece hırsızlık davasında, çalınan mal konusunda davalıya yemin teklif edilirdi. Eğer yemin etmekten kaçınırsa çalındığı ispat edilen malı tazmin etmesi gerekirdi. Fakat bu şekilde el kesme cezası verilmezdi.[31]. Ceza yargılamasında vicdani delil diye bir şey kabul edilmemiştir. Çünkü insan şeref ve haysiyeti her şeyden üstün sayalıyordu. Suç işlediği kesin olarak sipat edilmedikçe kişi cezalandırılmamalıydı.
H- Karşı Dava Davalı, davacının iddiasını kabul veya reddedecek yerde, davayı hükümsüz kılacak bir karşı dava açabilirdi. Açılan karşı dava da diğer davalar gibi sonuçlandırılırdı.
İ- Tarafları Sulha Davet Akraba arasında meydana gelen veya tarafların anlaşmaya arzulu oldukları sezilen davlarada, hakim hükmetmekte acele etmezdi. Bir veya iki kere taraflara, sulh olmalarını ve bibirleriyle anlaşmalarını tavsiye ederdi. Çünkü verceği hüküm yerli yerinde de olsa davacı ile davalı arasında düşmanlığın doğmasına sebep olabilirdi. Bu mahzurun ortadan kalkması için tarafların anlaşmalarını sağlamak daha iyi olurdu[32]. Taraflar sulh olmayı kabul ederlerse hakim, sulh hükümlerine uygun olarak iki tarafı uzlaştırır ve sulh olduklarına dair ellerine birer belge verirdi. Davanın gereksiz yere sürüncemede kalmasına sebep olacağından hakim, ikiden fazla sulh teklifinde bulunamazdı. Taraflar sulha yanaşmazlarsa yargılamayı sonuçlandırırdı[33]. [/b]
J- Hüküm Hüküm son karar anlamına gelir. Hakim yargılamayı İslam hukukuna göre sonuçlandırırdı. Verdiği hüküm hem kendini hem de tarafları bağlardı. İlâmın yazılıp verilmesi, kararın tamamlayıcı bir unsuru değildi[34]. Hükmün sebebi ve şartları oluştuktan sonra hakim, hüküm vermeyi geriye bırakamazdı[35]. Duruşmanın sonucuna göre derhal hükmetmek hakimin göreviydi. Hükmü sebepsiz yere geciktirirse görevden alınmayı hakederdi. Çünkü, adaleti zamanında yerine getirmemek zulüm sayılırdı[36]. Hakim üç yerde hükmünü geciktirebilirdi:
1- Şahitlerle ilgili güvenilirlik soruşturması (tezkiye işlemleri) yaptıktan sonra, meşru bir sebepten dolayı şahitlerin yalan söylediklerinden şüphelenirse, tahkikatı yeniden yapmak ve şahitlerin durumlarını iyice araştırmak için, güvendiği bir kişiyi görevlendirir ve sonuç alıncaya kadar hükmünü geciktirirdi.
2- Hakim, tarafların sulh olmalarından ümitli ise bir veya iki kere sulh teklifinde bulunur ve bu esnada hükmünü geciktirmiş olurdu.
3- Hakim, dava ile ilgili hukuki hükmü iyice bilemeyip kendi şehrindeki fakihlerden sorduğu halde aldığı cevaplara güvenemez de başka şehirde bulunan fakihlere soracak olursa, cevabı alıncaya kadar hükmü geciktirirdi[37]. Hakim, yumuşak bir dille hükmü tefhim eder. Aleyhine hükmettiği tarafın kalbinin kırılmasını ve kendi hakkında kötü düşünce beslemesini önlemek için ona, «Senin yaptığın savunmayı inceledim. Fakat şer’i hüküm böyle olduğundan senin aleyhine hükmolundu. Başka şekilde hükmetmem mümkün değildi.» demeli ve gerekçeyi anlatmalıydı. Böylece onun da gönlünü almış olurdu[38].
K- İlâmın Düzenlenip Taraflara Verilmesi: Hakim, hükmünü verdikten sonra, gerekçesiyle beraber hüküm ve tenbihi ihtiva eden bir ilâm düzenleyip davacıya ve gerekiyorsa davalıya birer nüsha verirdi. İlâmın bir suretini de kendi koruması altında bulunan sicile kaydederdi. Halk, çoğu defa hakimler hakkında ileri-geri laflar eder. Dolayısiyle, aleyhine hüküm verdiği tarafın, kendine haksızlık yapılmadığı kanaatine varıp hakimi halka şikayet etmesine engel olmak için, verdiği hükmün gerekçesini ilâma yazması gerekirdi. Böylece haksız çıkan taraf, aleyhine nasıl hüküm verildiğini görüp şer’i hükümlere ve yargılama usullerine uygun olup-olmadığını anlamak için ilâmı, ulemaya gösterebilirdi. Bu yolla yargı denetlenmiş olurdu. Aşağıda göreleceği gibi ulemanın yargıyı denetleyebilmesini sağlamak için onlara belli bir dokunulmazlık tanınmıştı. Bazan devletin müdahalesine de ihtiyaç duyulabilirdi. Yargılamada bir yanlışlık sabit olursa yeniden dava açılabilirdi[39].
L- Cezanın İnfazı İncelediğimiz şer’iye sicillerinde cezaların infazı ile ilgili bir kayda rastlanmamıştır.
II- CEZA YARGILAMASI ŞARTLARI Ceza yargılamasının yapılabilmesi için davanın süresi içinde açılması, gaibliğin ve dokunulmazlığın kalkması gibi şartlar aranırdı.
A- Dava Açılması Şartı Kısas, diyet, hırsızlık ve kazif (zina iftirası) davaları ile haraket, sövme, dövme, adam öldürme ve tazminatı gerektiren tazir suçlarına bakılabilmesi için mağdurun mahkemeye müracaat edip dava açması gerekirdi. Hırsızlık ve kazif dışındaki had davaları ile bazı tazir suçlarına bakmak için dava şartı aranmazdı. Çünkü bu gibi hususlarda dava açılmış sayılırdı. Her vatandaş bu konularda mahkemeye müracaat ederek davayı takibedebilirdi. [/b]B- Ceza Davasının Süresi İçerisinde açılması[/b] Şahsi davayı gerektiren durumlarda, zaman aşımı söz konusu olmazdı. Fakat devlet bu konuda bir süre koyabilirdi[40]. Kamu davası açılmış sayılan suçlarla ilgili yargılamanın yürütülebilmes için, özürsüz olarak aradan uzun bir süre geçmemiş olması şarttı. Bu suçlar, bir haramın işlenmesine sebep olan davranışlarla, had cezasının gerektiren suçlardan bazılarıdır.
1- Bir yasağın (haramın) çiğnenmesine sebep olan suçlar Büyük bir günahın işlendiğine şahit olanların, en az beş gün içinde mahkemeye başvurmaları gerekirdi. Özürsüz olarak bu süreyi geçirirlerse, daha sonra yapacakları başvuru ve şahitlik kabul edilmezdi. Mesela: Evli olmadıklarını bildikleri bir erkekle kadının, karı-koca gibi yaşadığına tanık olanlar, özürsüz olarak beş gün içerisinde mahkemeye başvurup şikayette bulunmazlarsa, bundan soraki başvuru ve şahitlikleri kabul edilmezdi[41]. Bu, davaya bakılmaması değil, şahitliğin kabul edilmemesi anlamındadır. Çünkü şahitler bu davranışlarıyla bir kötülüğün devamına razı olduklarını göstermişlerdir. Böyle büyük bir günahın işlenmesine göz yumanın şahitliği kabul edilmezdi.
2- Had cezasını gerektiren suçlar Bunlar, yalnız Allah hakkı olarak kabul edilen zina, şarap içme, içki içerek sarhoş olma, yol kesme ve hırsızlık suçlarıdır. Bu gibi hadiselere şahit olanlar şahitlik yapmakla, hadiseyi gizleme arasında serbesttiler. Eğer hadiseyi gizlemeyeceklerse, süresi içerisinde mahkemeye başvurmaları gerekirdi. Bir kişinin evvela hadiseyi gizlemesi, sonra mahkemeye başvurup şahitlik yapmaya kalkışması, içindeki bir kötülüğün, kin ve düşmanlığın kendisini tahrik ettiğini gösterir. Bu davranışıyla şahit, itham altına girdiğinden, onun bu konudaki ihbar ve şahitliği kabul edilmezdi[42]. Eğer gecikme, açık bir özre dayanıyorsa, başvuru kabul edilerek davaya bakılırdı. Mesela davalı, hakimi bulunmayan bir yerde olup onu hakim huzuruna götürmek gecikmeye sebep olmuşsa, bu bir özür sayılır ve davaya bakılırdı.
Ebu Hanife, gecikme konusunda bir zaman belirtmemiş, bunu hâkimlerin takdirine bırakmıştır. Çünkü gecikme, bir özre dayalı olabilir. Özürler farklı ölçülerde değerlendirilirler. Dolayısıyle, bunun bir zamanla sınırlandırılması imkânsızdır. Konunun, hakimin görüşüne bırakılması gerekir. Ebu Yusuf ve Muhammed, olay vukuundan itibaren meydana gelen bir aylık gecikmeyi, davaya bakılmasına engel saymışlardır[43]. Uygulamada, bir aylık gecikme esas alınmıştır[44]. Hırsızlık suçunda davalı, bütünüyle Allah hakkı (kamu hukuku) sayılan hırsızlıktan ve bir kul hakkı (özel hukuk) olan malın, sahibine ödettirilmesinden sorumluydu. Zamanaşımı, davalıya hırsızlıktan dolayı el kesme cezasının verilmesine engel olurdu. Ancak malın tazmini için hukuk davasının açılmasını etkilemezdi[45]. İffetli ve namuslu bir kimseye zina iftirasında bulunmak (kazif), had cezasını gerektiren bir suçtur. Bunda Allah hakkı fazla olmakla birlikte, iftiraya uğrayan kişinin hakkı da söz konusu olduğu için böyle bir davaya bakılması, mağdurun şikayetine bağlıdır. Şikayetin gecikmesi, davaya bakılmasına engel değildi[46]. İçki içme suçunda davaya bakılabilmesi için, henüz içki kokusunun ağızdan gitmemiş olması şartı aranırdı[47]. İmam Muhammed, bir aylık gecikmeyi içki için de geçerli saymıştır. Davalının suçunu itiraf etmesi halinde zamanaşımına bakılmazdı[48].
C- Gaibliğin Kalkması Şartı Davalı mahkemeye gelmekten ve vekil göndermekten kaçındığı gibi, zorla getirilmesi de mümkün olmazsa, bu durumda özel yargılama usulü uygulanarak gıyabında hüküm verilirdi.
D- Dokunulmazlığın Kalkması Şartı Mahkemelerden bazıları, bir kısım şahıslar hakkında ceza davasına bakamaz ve suçları sabit olsa dahi tutuklama kararı veremezlerdi. Bunların hepsi, ilim adamı sıfatını taşıyan kişilerdi. IV. Mehmed’e ait Ceza Kanunnamesi’nin birinci faslında şöyle denmektedir: «Kaza, tedris, tevliyet, meşihat, imamet, hitabet ve bunun gibi makam ve görev sahiplerine tazir lazım gelse etmeyeler. Hemen bir dahi böyle etmeye duyu kadı unfle (sertce) söylemek ol makulelere tazirdir. Hapsedecek yerde etmeyüp Dergah-ı mualla’ya (Saraya) arzedeler. Ancak ağır suç işleyip kefil bulamayıp firar itimali olsa ol zaman hapsedeler[49].» Kamu hukuku sahasına giren suçlarda, devlet başkanının dokunulmazlaığı vardı. Ancak şahsi dava gerektiren kısas ve tazminat gibi davalarda, devlet başkanı dokunulmaz değildi[50]. Bunlar dışında kimsenin dokunulmazlığı yoktu.
III- ŞER’İYE SİCİLLERİNDEN ÖRNEKLER
A- Hadd-i Kazif (Zina İftirası) Davası
Hudud = hadler şu beş suçtan ibarettir: Zina, zina iftirası, içki içme, yol kesme ve hırsızlık. Bunlara verilen cezalar ağır ceza sayıldığı için yargılamada cok hassas davranılırdı. Basit bir şüphe bu cezaların düşmesine yol açardı. Çünkü Allah’ın Elçisi şöyle demiştir: İmkan buldukça şüphelerle had cezalarını düşürün[51]. Yanılarak affetmek, yanılıp ceza vermekten iyidir[52]. Hadd-i kazif (zina iftirası) davası ile ilgili bir belge: «Davutpaşa kurbunda Bâyezid-i Cedid Mahallesi’nde sâkin, zuemâdan mültezim Ahmed Ağa b. Abdullah, meclis-i şer’-i şerife ihzar ettirdigi konşusu sipahi el-Hâc Mustafa b. Ahmed mahzarinda, «mezbûr Mustafa, bir gece mukaddem kubeyl-i işâda menzili kapusu önünde bana bi’l-müvacehe kâfir ve kızılbaş ve zâni ve avret kapadırsın deyu şetm ve kazf idüb ve bana ar lâhik olmağla muceb-i şer’isin taleb iderim.» deyu ba’de’d-da’vâ ve’l-inkâr müddei-i mezbûr, müddeasına, mahalle-i mezbûrede sakin el-Hâc Bekir b. Ahmed ve Ahmed b. Mehmed nam kimesneleri ikâme, anlar dahi edâyı şehadet itmeleriyle mahallerinde tezkiye içün kıbel-i şer’-i şeriften Muhammed Emin Efendi irsâl, ol dahi mahalle-i mezbûreye varıp tezkiye itdikde yigirmitokuz nefer mazbûtü’l-esâmî müslimîn, şahidân-i mezbûrânın kizb ile ma’ruf olmayubudulden olduklarını ihbar itmeleriyle şehadetleri şer’an makbûle oldukdan sora mahalle-i mezbûre ahâlisinden İmam Süleyman Efendi ve Kasabilyas vaizi Şeyh Hasan Efendi ve Nailipaşa Camii vaizi diğer eş-Şeyh Hasan ve Bâyezîd-i Cedîd Camii Hatibi es-Seyyid Abdurrahman Efendi ve el-Hâc Ahmed ve el-Hâc Süleyman ve el-Hâc İbrahim ve yemişci es-Seyyid Musa ve sipahi el-Hâc Ömer ve kayyım el-Hâc Mehmed ve Ömer Ağa nâm onbir nefer sikattan müslimîn, meclis-i şer’-i şerife hazirûn olub mezbûr Ahmed Ağa içün muhsan ve zinadan afîf olduğunu alâ tariki’ş-şehâde haber virmeleriyle mucebiyle mezbûr Sipahi el-Hac Mustafa’ya mezbûr Ahmed Ağa’nın talebiyle şer’an hadd-i kazif olan seksen değenek darbı lazım geldiği huzur-ıâlîlerine ilâm olundu. Fi 24 Rebiülevvel, 1180[53].» Bu belgenin temel ögeleri şöyle sıralanabilir:
a- Davacının adı ve adresi: Davutpaşa yakınında Bâyezid-i Cedid Mahallesi’nde oturan, zuemâdan mültezim[54] Abdullah oğlu Ahmed Ağa.
b- Davalının adı: Sipahi[55] el-Hâc Mustafa b. Ahmed
c- Davalının mahkemeye geldiği: Bunu “mahzarında” kelimesi göstermektedir.
d- Olayın tarihi: “…. tarih-i ilâmdan yani karar tarihinden bir gece önce. e- Davacının iddia ve talebi: “…«Adı geçen Mustafa, bir gece evvel, yatsıdan önce evinin kapısı önünde yüzüme karşı; kâfir ve kızılbaş ve zâni ve kadın kapatırsın diye sövüp zina iftirasında (kazf) bulunduğu için utandım, gereken cezanın verilmesini taleb iderim.» diye dava açtıktan sonra …”
f- Davalının cevabı: “…ba’de’d-da’va ve’l-inkâr..” Yani davalı iddiayı reddettikten sonra. g- Davayı ispat talebi: Davacı iddiasını ispat için şahit getirmiştir. “…Adı geçen davacı, davasına, adı geçen mahallede oturan Ahmed oğlu Hacı Bekir ve Mehmed oğlu Ahmed adındaki kişileri şahit getirdi, onlar da şahitlik yaptılar…” h- Şahitlerin tezkiyesi Tezkiye, şahitlerin güvenilir kişiler olup olmadığını belirlemek için mahkemece yürütülen bir işlemdir. Bu belgede tezkiye memuru olarak Muhammed Emin Efendi gitmiş, şahitler hakkında mahallinde güvenilirlik soruşturmasi (tadil ve tezkiye) yapmıştır. İsimleri zapta geçirilmiş tam 29 kişinin, şahitlerin dürüst ve güvenilir kişiler olduğunu belirtmesi üzerine, yaptıkları şahitlik kabul edilmiştir. Bunu gösteren ifadeler belgede şöyle yer almaktadır: “… Bulundukları yerde tezkiye içün mahkeme tarafından Muhammed Emin Efendi gönderilmiş, o da o mahalle varıp tezkiye ettiğinde isimleri zabıt altına alınmış yirmidokuz Müslüman, o iki şahidin yalancılıklarının bilinmediğinden güvenilir olduklarını bildirmeleriyle şahitlikleri mahkemece kabul edildikten sonra… “
i- Davacının ahlaki durumunun araştırılması Suç, (hadd-i kazif) zina iftirası olduğu için, davalıya ceza verilmesi, davacının zina töhmetinden tamamen uzak olmasına bağlıdır. Bu sebeple, semtin ileri gelen ve sözüne güvenilir kişilerinden, davacı Ahmed Ağa’nın durumu sorulmuş, isimleri kayıtlı 11 kişi, onun namuslu ve zina töhmetinde uzak olduğunu haber vermiştir. Belgenin konu ile ilgili ifadeleri şöyledir: “…Şahitlerin şahitliği geçerli sayıldıktan sonra adı geçen mahalle ahâlisinden imam Süleyman Efendi ve Kasabilyas vaizi Şeyh Hasan Efendi ve Nailipaşa Camii vaizi diğer eş-Şeyh Hasan ve Bâyezîd-i Cedîd Camii Hatibi es-Seyyid Abdurrahman Efendi ve el-Hâc Ahmed ve el-Hâc Süleyman ve el-Hâc Ibrahim ve yemişci es-Seyyid Musa ve Sipahi el-Hâc Ömer ve kayyim el-Hâc Mehmed ve Ömer Aga adinda güvenilir onbir müslüman, mahkemeye gelip adı geçen Ahmed Aga’nın namuslu ve zinadan uzak olduğuna şahitlik yaparak haber vermeleriyle…” j- Karar: Şahitlerin ifadesine dayanlarak, davalının aleyhine karar verilmiştir. “..yapılan işlemler sonucunde adı geçen sipahi Hacı Mustafa’ya, davacı Ahmed Ağa’nın talebiyle hadd-i kazif olan seksen değenek darbı lazım geldiği.. “ k- İnfaz kaydı: İnfaz kaydı yerine ilgili makama hitap eden şu cümle yer almaktadır: “…huzur-ıâlîlerine ilâm olundu.” l- İlâm tarihi: Fi 24 Rebiülevvel, 1180 h.
B -Hırsızlara Tazir Davası Kur’an ve Sünnette belirli bir hükmü olmayan suçlara verilen cezaya tazir cezası denir. Hırsızlık, haddi gerektiren suçlardandır. Kur’an’da bunun cezası el kesmedir. Ancak bu cezanın verilmesi suçun bütün unsurlarının oluşmasına bağlıdır. Suçun unsurları oluşmadığı takdirde hırsıza ne ceza verileceği Kur’an ve Sünnette geçmemektedir.
Mesela hırsız, hakim önüne çıkmadan çaldığı malı sahibine geri verir[56] veya suçu önce itiraf sonra inkar eder yahut sanıklardan biri hırsızlığı kabul, diğeri inkar eder[57], şahit de bulunmazsa el kesme cezası verilemez. Hakimin takdirine göre, durumuna uygun tazir cezası verilir. Aşağıda böyle bir belge yer almaktadır. İsa Kapusu kurbunda Sancaktar Hayreddin Mahallesi’nde sakin sipahi kalemi şakirdlerinden el-Hac Süleyman nam kimesnenin geçen Çarşamba gicesi mahalle-i mezbûrede vaki menzilinden mabeyn odasında makful dolabda çekmece içinde mahfuz dörtbuçuk kise akçesi zayi’ olmağla mazannaları olub Üsküdar’da ahz ve işbu Çarşamba güniarz odasinda huzur-ialilerine ihzar olunan mukaddemen hizmetkari Süleyman bin Abdullah mezbûr el-Hac Süleyman müvcehesinde istintak olundukda işbu hazirlar olan cüllâh kalfasi Hasan ve Horhor’da handa sakin sipahi Ali ile ittifak edüb vakt-i mezkûrda üçümüz ma’an menzili-i mezbûra varub işbu cüllah Hasan bana arka virmekle ben dahi divar tamina çikub ve dehlizin direk başina ip baglayub ve ipi zukaka saliverüb mezbûr Hasan dahi tama çıkub ve sipahi Ali geru gidüb ve ben bağçede olan nerdibanı getürüb ve dehlize tayayub ve dehlize çıkub ve ota penceresin bıcak ile açub mabeyn otasına girüb ve kerpeden ile dolabın kilidini ve çekmeceyi dahi kırub mezbûr el-Hac Süleyman’a reddeylediğimiz binbeşyüz kuruşluk miktarı altun ve beyaz akçeyi alub Hasan’ın dükkanında üçümüz taksim eyledik deyu takrir ve mezbûr Hasan dahi husus-i mezkûr, minval-i meşruh üzre olduğuni tasdik idüb lakin sipahi Ali cevabında meblağ-i mezbûr kendi sandığı içinde çıkan beşyüz kuruş mikdarı akçe içün mezbûr Hasan …. içine koyub bana hıfz eyle deyu virmekle ben dahi sanduka koyub içinde akçe olduğuni bilmez idim deyu husus-i mezkûrda ittifakı olduğuni inkar lakin olmikdar akçenin sikelinden mahsus olması emr-i mukarrer iken zahir olmağla ol dahi mazanna-i töhmet olmağın mezbûrun Süleyman ve Hasan ve Ali’den müstahik oldukları tazirleri hususunda emir ve fermân hezreti men lehü’l-emrindir. Fî Cumadi’l-ahire, (1180)[58]. Bu belgenin temel ögeleri şöyle siralanabilir: a- Davaci: Isa Kapusu yakininda Sancaktar Hayreddin Mahallesi’nde sakin sipahi kalemi şakirdlerinden el-Hac Süleyman.
b- Davalilar: Süleyman bin Abdullah, cüllah kalfasi Hasan ve Horhor’da handa sakin sipahi Ali.
c- Davacının iddia ve talebi: Geçen Çarşamba gecesi yukarıdaki adreste vaki evinden mabeyn odasında kilitli dolabda çekmece içinde mahfuz dörtbuçuk kese akçenin çalınması d- Olay tarihi: Karar tarihinden bir hafta önceki Çarşamba günü.
e- Davalıların mahkemeye celbi. “Çarşamba günü arz odasında huzurunuza çıkarılan… “
f- Davalı Süleyman bin Abdullah’ın cevabı: “…el-Hac Süleyman’ın yüzüne karşı konuşturulduğunda; “Burada bulunan cüllah kalfası Hasan ve Horhor’da handa sakin sipahi Ali ile anlaşıp belirtilen zamanda üçümüz birlikte adi geçen eve vardik. Cüllah Hasan bana arka verdi ben de duvarin üstüne çikip dehlizin direk başina ip bagladim, ipi sokaga saldim, Hasan da dama çikti ve sipahi Ali geri gitti. Ben bahçede olan merdiveni getirip dehlize dayadim. Dehlize çikip oda penceresini biçak ile açtim. Mabeyn odasina girdim. Kerpeten ile dolabin kilidini ve çekmeceyi kirdim. el-Hac Süleyman’a geri verdiğimiz binbeşyüz kuruş miktarı altun ve beyaz akçeyi aldım. Hasan’ın dükkanında üçümüz taksim eyledik deyu ikrar etti.” “Davalı Hasan da olayın anlatıldığı gibi olduğunu tasdik etti.” “Davalı sipahi Ali cevabında meblağ-i mezbûr kendi sandığı içinde çıkan beşyüz kuruş mikdarı akçe içün mezbûr Hasan …. içine koyub bana korumam için verdi ben dahi sandığa koyub içinde akçe olduğunu bilmez idim dedi…”
Karar: “… Ali olaya karıştığını inkar etmekle birlikte o mikdar akçenin ağırlığından anlaşılması gerektiği açıktır. Bu sebeple töhmet altna girmiş olacağından Süleyman ve Hasan ve Ali’nin hak ettikleri tazirleri hususunda emir ve fermân hazreti men lehü’l-emrindir…”
g- İnfaz kaydı: Belgede infaz ile ilgili kayıt yoktur. Onun yerine ilgili makama hitap eden şu cümle yer almaktadır: “… tazirleri hususunda emir ve fermân hezreti men lehü’l-emrindir.” h- İlâm tarihi: Fî Cumadi’l-ahire1180.
C- Kısas Davası Had ve kısas cezaları, en ağır cazalardır. Hırsızlık sebebiyle birinin elinin kesilmesi yahut kısas yoluyla ölüm cezası verilmesi vs. çok önemli bir olaydır. Bir yanılmanın olduğu infazdan sonra anlaşılırsa geri dönülmesi mümkün olamaz. Bu yüzden kadınların şahitliğiyle bu cezalar verilmezdi[59]. Çünkü onların şahitliğinde bir çesit şüphe vardır. Yanılma ve unutmaları çok olur. Belleme ve kavramaları zayıftır. Had ve kısas cezalarının verilmemesi ve doğabilecek şüphelerle düşürülmesi yargılamada essastı. Şüphe ile düşen bir ceza şüpheli bir delille sabit olamazdı. Bunun böyle olması cezanın düşmesini kolaylaştırmak ve davalıya durumuna uygun daha hafif bir ceza vermek içindi[60]. Had ve kısas davalarında bizzat görgü şahidinin şahitlikte bulunması icabeder. Başkası namına şahitlikte bulunanlar (şehadeh’ale’ş-şehadeh) ile kadi mektuplari bu davalarda delil olmazdi[61]. Bu davalarda şahitlikte bulunanlar ölse veya kaybolsalar, hakim onlarin ifadelerine dayanarak karar veremezdi. Infaz konusunda da durum ayniydi. Henüz ceza infaz edilmeden şahitlerde körlük veya dilsizlik gibi şahitlige engel bir hal meydana gelse, infaz durdurulur; yargilamanin yenilenmesi ve yeni şahitlerin dinlenmesi gerekirdi[62].
Kisas kararini içeren bir belge: «Mahrûse-i Galata’ya tabi Kasaba-i Beşiktaş’da Sinanpaşa-yi atik Mahallesi ahalisinden olub Ahiçelebi Mahkemesi’nden olan keşif ilâmi mantukunca Istanbul’da Süleymaniye Tabhanesi’nde cerîhan vefat eden dergah-ı Ali yeniçerilerinin yirmibeş bölüge mahsus oda neferatından İbrahim Beşe b. Abdullah’ın veraseti zevce-i menkuhe-i metrukesi sahibe-i arzuhal Ayişe bint-i Abdülkadir ile mezbûre Ayişe’nin batnındaki hamle ba’de tahakkuki’l-inhisari’ş-şer’i zatı, katîl-i müteveffa-yı mezbûrun liebeveyn er karındaşı Ali ve liûm er karındaşı Süleyman b. Mehmed tarifiyle muarrefe olan zevce-i mezbûre Ayişe hatun, meclis-i şer’-i enverde ehân-ı mezkûran Ali ve Süleyman dahi hazır oldukları halde yine Dergah-ı Âlî yeniçerilerin yetmişbeş cemaat yoldaşlarından olub derun-i arzuhalde mezkûrü’l-isim olan İsmail Beşe b. Hasan müvacehesinde işbu ilâm tarihi senesi Zilkadeti’ş-şerife’sinin onikinci günü ki Çarşanba günü ba’de salati’z-zuhr mahrûse-i mezkûrede Valide Cami-i Şerifi Sukû’nda vaki’ etmekci fırını önünde, tarık-iamda işbu mezbûr İsmail Beşe, bir siyah kabzalı şiş tabir olunur alet-i cariha ile bigayr-i hakkinamden, keşf ilâmı natık olduğu üzre zevcim mezbûr İbrahim Beşe’nin arkasından, sağ tarafından bir yerinden darb ve cerh-i müshin ile mecrûh ve sahib-i firaş eylediğini ahrâr-ı rical-i müslimînden marrü’z-zikr Sinanpaşa mahallesi sakinlerinden el-Hac Ali b. Muhammed ve yine mahrûse-i mezkûreye tabi Tophane’de Firuzağa Mahallesi’nde sakin Bıçakcı Halil Beşe b. Muhammed nam kimesneler şehadetleriyle mezbûr İsmail Beşe muvacehesinde vech-i şer’i üzre isbat eyledikde şahidan-i mezbûran mahallerinden vech-i şer’i üzre ta’dîl ve tezkiye olunmağın şehadetleri kabul olunup cerîh-i mezkûr İbrahim Beşe’nin cerh-i mezkûrdan müteessiren yevm-i mezkûrda kubeyl-i mağribde vefat eylediğini dahi saniyen tabhane-i mezkûre sakinlerinden lede’t-tezkiye adaletleri zahir olan Molla Osman b. İbrahim ve Muhammed b. Şaban nam kimesneler şehâdetleriyle yine mezbûr İsmail muvacehesinde vech-i şer’i üzre ba’de’l-isbat ve’l-kabul katl-i mezbûrun mucib-i kısas olmağla mucebiyle zevce-i mezbûre kebire olub haml-i mezkûrun validesi olmağla talebiyle ve ehan-ı mezkûran dahi bi’l-velaye talebleriyle katil mezbûr İsmail Beşe’ye kısasen kaved iktiza eylediği sekiz gün mukaddem Mahkeme-i Bab’da zabt ve tescil olunmuştur. Fermân-ialilerine ilâm olunur. Fi 16 Zilhicce 1116»[63] Bu belgenin temel ögeleri şöyle siralanabilir:
a- Davaci: «Galata’ya bağlı Beşiktaş Kasabasında Sinanpaşa-yı Atik Mahallesi ahalisinden katledilen kişinin eşi Abdulkadir kızı Ayişe, anababa bir erkek kardeşi Ali ve ana bir erkek kardeşi Mehmet oğlu Süleyman.
b- Davacı Ayşe’nin kimlik tespiti: “Katledilen kişinin, anababa bir erkek kardeşi Ali ve ana bir erkek kardeşi Mehmet oglu Süleyman’ın tanıtmasıyla tanınan ölenin eşi Ayişe hatun…”
c- Davalının adı ve mahkemeye geldiği: Saraya bağlı yeniçerilerin yetmişbeş cemaat yoldaşlarından olub dilekçede adı geçen Hasan oğlu İsmail Beşe’nin yüzüne karşi….
d- Olay tarihi: 12 Zilkade 116.
e- Davacinin iddia ve talebi: “…işbu ilâm tarihi senesi Zilkade ayinin onikinci Çarşamba günü ögle namazindan sonra Galata’da Valide Cami-i Şerifi Çarşisi’nda bulunan ekmekci fırını önünde, ana caddede, adı geçen İsmail Beşe, siyah kabzalı şiş adı verilen, yaralayıcı alet ile haksız yere, taammüden, keşf ilâmında yazılı olduğu gibi kocam İbrahim Beşe’nin arkasından, sağ tarafından bir yerinden darb ve ağır bir yara ile yaralayıp yatağa mahkum ettiğini…”
f- Davalının cevabı: Bu belgede davalının cevabı yer almamıştır. g- Davacının yaralama iddiasının ispatı: “…Hür müslüman erkeklerden Sinanpaşa mahallesinde sakin Muhammed oglu el-Hac Ali Galata’ya tabi Tophane’de Firuzağa Mahallesi’nde sakin Muhammed oğlu Bıçakcı Halil Beşe adındaki kimselerin şahitliği ile adı geçen İsmail Beşe’nin yüzüne karşi ispat eyledikde…”
h- Yaralamanın ölüme yol açtığının ispatı “… adı geçen İbrahim Beşe’nin, aldığı yaranın tesiriyle aynı gün, akşam namazından biraz önce öldüğü tâbhânede (şifayurdu) bulunanlardan, güvenilirliği tespit edilen İbrahim oğlu Molla Osman ve Şaban oğlu Muhammed adlı kimselerin şahitliği ile İsmail’in yüzüne karşi meşru ispat yapilip kabul edildikten sonra… “
i- Şahitlerin tezkiyesi Hem yaralama hem de ölüme şahitlik eden kişilerle ilgili mahkemece bir tezkiye işlemi yapilip şahitlerin güvenilir oldugunun tespit edildigi, belgede açikça yer almaktadir. “…adı geçen iki şahit, mahallerinden şeriata uygun olarak güvenilir oldukları belirlenip tezkiye olunmakla şahitlikleri kabul edilip….” Yaranın tesiriyle öldüğüne şahit olanların tezkiyesi, ilâmda şu ifadelerle yer almıştır: “… yapılan tezkiye ile güvenilirlikleri ortaya çıkan…” j- Karar: “..adı geçen İsmail’in yüzüne karşi yasal olarak ispat yapilip mahkemece kabul edildikten sonra yapilan katlin kisas cezasini gerektirmesi sebebiyle maktulün eşi bülug yaşina varmiş olub hamile oldugu çocugun annesi olarak talebiyle ve adi geçen iki kardreşin de çocugun velisi sifatiyla talepte bulunmalariyla adi geçen katil Ismail Beşe’ye kısas cezası gerektiği… “ j- İnfaz kaydı Belgede infaz ile ilgili bir ifade yer almamakta onun yerine ilgili makama hitap eden şu cümle yer almaktadır “…Fermân-ıalilerine ilâm olunur. ».” k- İlâm tarihi: Fi 19 Zilhicce 1116[64] Karar ilâm tarihinden sekiz gün önce verilmiş, ilâm daha sonra yazılmıştır. Bu husus belgede şu şekilde geçmektedir: “… İsmail Beşe’ye kısas cezası gerektiği sekiz gün önce Bab Mahkemesinde zabt ve tescil olunmuştur…” Ölüm olayının olduğu gün kısas cezası kararı verilmiş olmaktadır.
D- Diyet Davası Diyet, kasden olmayarak adam öldürme veya bazı organların, kasıltlı yahut kasıtsız telef edilmesi halinde ödenen tazminattır. Maruz defterlerinde bu konuda çok kayıt vardır. O kayıtlardan biri şöyledir: «Dergah-ı Ali yeniçerileri neferatından Mehmed Beşe b. Ahmed nam kimesnenin sağ elinin bileğinin üst tarafından bir yerden cerhi, bür-i tam hasıl olmağla zikrolunan elinin vasatı ve hınsır ve bınsırı barmakları bi’l-külliye amel-mande ve muattal ve ibham ve sebbabe barmakları şell ve batşlarına halel tari olduğu hala ser-i cerrahin fahrü’l-müderrisini’l-kiram Hayyazade Ahmed Efendi’nin ve ba fermân-ı Alişan ehl-i hibre tayin olunan Osman Efendi ve es-Seyyid Muhammed Efendi’nin haberleriyle ba’de’t-tahakkuk merkûm Muhammed Beşe meclis-i şer’de mumcu Muhammed Beşe mübaşeretiyle, Ahiçelebi Mahkemesi’ne ihzar olunan Feyzullah Beşe b. Ömer nam kimesne mahzarinda «Işbu tarih-i ilâmdan dokuz ay mukaddem vilayet-i Anadolu’da mahrûse-i Erzurum’da Gürcükapusu nam mahalde vaki’ meydan yerin önünde bigayr-i hakkinamden kılıç ile merkûm Feyzullah Beşe sağ elimin bileğinin üst tarafından bir yerden darb ve cerh idüb bür’-i tam hasıl olmağla zikrolunan elimin vasatı ve hınsır ve bınsır barmakları bi’l-külliye amelmande ve muattal ve marrü’z-zikr ibham ve sebbabe barmaklarım şell ve batşlarıma halel tari olmağla muceb-i şer’isin taleb iderim.» deyu dava, ol dahi inkâr idüb müddeî-yi merkûm ber minval-i muharrer müddeâsını lede’t-tezkiye adaletleri zahir olan es-Seyyid İsmail b. es-Seyyid Yusuf ve es-Seyyid Ali b. Osman nam kimesneler şehâdetleriyle ber nehec-i şer’i b’il-müvacehe isbat itmeğin mucebince zikrolunan üç adet esabi-i muattalanın diyet-i şer’iyyeleri olan cem‘an gümüşten üçbin dirhem ve salifü’l-beyan ibham ve sebbabe barmakları içün hükümet-i adli iktiza etmekle merkûm, abd farz olunub zikrolunan ibham ve sebbabe barmaklarında olan eser-i mezkûr ile adem-i beyninde kıymetinden südüs tefavütü olmağla gümüşten südüs-i diyet-i recül olan bin altıyüz altmış altı dirhem ve sülüsan dirhem ki min haysü’l-mecmu şer’an dörtbin altıyüz altmışaltı dirhem ve sülüsan dirhem iktiza eylediği huzur-iâlî’lerine ilâm olundu. el-emr limen lehü’l-emr. Fi min C. ahire 1160»[65]
Bu belgenin temel ögeleri şöyle siralanabilir:
a- Davaci: Saraya bagli yeniçerilerden Mehmed Beşe b. Ahmed b- Davali: Feyzullah Beşe b. Ömer c- Davacinin iddia ve talebi: «.. Feyzullah Beşe, Erzurum’da Gürcükapusu denen yerdeki meydanın önünde haksız yere ve kasıtlı olarak kılıç ile sağ elimin bileğinin üst tarafından bir yere vurup yaraladı. Yara tam olarak iyileşti ama elimin orta, serçe ve bu ikisi arasındaki parmakları tümüyle iş göremez oldu. Baş parmağımla işaret parmağım ise çolak ve tutamaz hale geldiği için şeriata göre ne gerekirse onu talep …“
d- Bilirkişi raporu “… davacının sağ elinin parmaklarının iddia ettiği gibi olduğu, baş operatör doktor Hayyazade Ahmed Efendi’nin ve mahkemece bilirkişi tayin olunan Osman Efendi ve es-Seyyid Muhammed Efendi’nin haberleriyle tahakkuk ettekten sonra..”
e- Davalının cevabı: Davalı iddiayı reddediyor.
f- İddianın şahitlerle ispatı: “… Davacı iddiasının, yukarıda yazıldığı gibi olduğunu Seyyid Yusuf oğlu Seyyid İsmail ve Seyyid Osman oğlu Ali adlı kimselerin şahitliği ile davalının yüzüne karşı ispat edince…”
g- Şahitlerin güvenilirliklerini tespit: “ Yapılan tezkiye ile güvenilirlikleri ortaya çıkan….”
h- Karar: “… mucebince davacının çalışamaz hale gelen üç parmağının diyeti olan toplam üçbin gümüş dirhem ve yukarıda açıklanan başparmak ile işaret parmağı için hükümet-i adl gerekli olduğundan davacı, bir an için köle yerine konup bu parmaklarda olan sakatlığın varlığı ile yokluğu arasında kölenin değerinin altıda biri kadar fark olduğu ortaya çıktığından bir erkeğin gümüşten diyetinin altıda biri olan bin altıyüz altmış altı dirhem ve üçte iki dirhem ki toplam dörtbin altıyüz altmışaltı dirhem ve üçte iki dirhem gerektiği makamınıza arzulundu…”
i- Tarih: Fî min C. ahire 1160» [/b]E- Tazir Davası[/b] «Üsküdara tabi Bulgurlu Karyesi’nde sakin Salih b. Eyyüb nam kimesne meclis-i şer’-i şerifte hasmi Halil b. Abdullah mahzarinda mezbûr Halil, tarih-i ilâm günü bigayr-i hakkin sille ve yumruk ile darb ve yakamı yırtub ırzımı hetk etmekle mucebini taleb iderim, deyu ba’de’d-da’va ve’l-istintak ve’l-inkâr mezbûr Salih müdde’asını beyandan izhar-ı acz itmekle istihlaf olunmağın mezbûr Halil’e yemin teklif olundukta yeminden nükûl etmegin mucebiyle mezbûr Halil’e şer’an tazir lazım geldiği ba’de’t-tescil bi’l-iltimas huzur-i alilerine ilâm olundu. Fi Ca 1178» Bu belgenin temel ögeleri şöyle siralanabilir:
a- Davacinin adi ve adresi: Üsküdür’a bağlı Bulgurlu köyünden Eyyüb oğlu Salih.
b- Davalının adı: Abdullah oğlu Halil. c- Davalının mahkemeye geldiği: Bunu gösteren “… mahzarında… “ kelimesidir.
d- Olay tarihi: “… Tarih- ilâm günü.. “ Yani bugün.
e- İddia ve talep: “… Halil, bugün haksız olarak, sille ve yumruk ile dövüp yakamı yırttı. Beni küçük düşürdü. Gereğini talep ederim…”
f- Davalının cevabı: İddiayı red.
g- Davalıyı yemine davet: “… Davacı Salih, iddiasını ispattan aciz kaldığını açıklayınca davalı yemine davet edildi… “
h- Davalının yemin etmemesi: Halil’e yemin teklif edilince yeminde kaçındı (nükûl).
i- Karar: Davalının yeminden kaçınması üstü kapalı itiraf sayılarak Halil’e tazir cezası gerektiğine karar verildi.
j- İnfaz kaydı: İnfaz kaydı bulunmamakta onun yerine şu ifade geçmektedir: “ bad’et-tescîl b’il-iltimas huzur-ı âlîlerine ilâm olundu…”
k- İlâm tarihi: Cemaziyelahir 1178.
F- Cinayet Keşfi Tutanağı «Üsküdar’da Gülfem Hatun Mahallesinde sakin Ali b. Muhammed nam kimesne meclis-i şer’de bast-ı kelam idüb sulbi oğlu Hafız Ahmed’i Yenimahalle‘de sıvacı Farsih nam zimminin menzili önünde, tarik-i amda, kubeyl-i mağribde gaib ani’l-meclis berber Abdullah nam kimesne amden bıçak ile darb ve katl itmekle kıbel-i şer’den muayene olunmak matlubumdur, didikte canib-i şer’den me’zunen irsal olunan mevlana Salih Efendi daileri izzetlu Bostancıbaşı Ağa tarafından mütaayyen çukadar Hasan kullarıyla mahall-i mezbûra varub müslimûn mahzarlarında maktul mezbûrun etrafına ba’de’n-nazar filhakika sağ koltuğu altından ve arkasının ortasından bıçak yarasıyla mecrûhen bulunduğu lede’l-keşf ve’l-muayene zahir ve nümayan olduğunu mevlana-yı mezbûr mahallinde tahrir ve maan mürsel ümena-i şer’le meclis-i şer’e gelüb ala vukûihi inha eylediği mübaşir Çukadar Hasan kulları iltimasiyle ber muceb-i fermân-ı ali[66] huzur-i âlîlerine ilâm olundu. Fi 25 Rebiülevvel 1179»[67] Bu belgenin temel ögeleri şöyle sıralanabilir:
a- Öldürülen kişinin babasının keşif talebi: “Üsküdar’da Gülfem Hatun Mahallesinde oturan Muhammed oğlu Ali adlı kişi mahkemeye başvurup öz oğlu Hafız Ahmed’i Yenimahalle‘de sıvacı Farsih adlı zimminin[68] evi önünde, ana yolda, güneşin batmasından biraz önce, burada bulunmayan berber Abdullah adlı kişi taammüden bıçak ile vurup öldürdü. Mahkemenin keşif yapmasını telip ederim dedikte…”
b- Keşfe giden görevliler “… Mahemece yetkili olarak gönderilen Salih Efendi ile Bostancıbaşı Ağa tarafından görevlendirilen çukadar[69] Hasan, olay mahalline varup…”
c- Keşfe katilan vatandaşlar Mahkemenin töhmet altinda kalmamasi için davanin taraflarindan hiç biri görevli ile başbaşa brakilmaz. Ceza yargisinin her safhasi halka açik olur. Mahkeme, keşfe gönderdigi görevlilerin yanina umenâ-i şer’ denen güvenilir kişiler katar. Bunlara olay mahallinden kişiler de eklenir. Bu belgede her iki işlemin yerine getirildigini gösteren ifadeler vardir. Olay mahallinden kişilerle ilgili ifade: “… olay mahalline varıp müslümanların huzurunda, adıgeçen ölünün organlarına bakıldığında….” Umenâ-i şer’i gösteren ifade: “… birlikte gönderilen umenâ-i şer ile mahkemeye gelip olayi oldugu gibi anlattigi….”
d- Raporun muhtevası “…katledilen kişinin organlarina bakildiginda, gerçekten sag koltugu altindan ve arkasinin ortasindan biçak yarasiyla yaralandigi ortaya çikmiş ve durum gözle görülerk tespit edilmiş ve Salih Efendi tarafindan mahallinde yazilmiş…”
e- Raporun mahkemeye arzı “…Çukadar Hasan’ın bildirmesi ile mahkemenizin emri gereği makama arzolundu..”
f- Raporun tarihi: Fi 25 Rebiülevvel 1179
G- Yukarıdaki cinayet davasının sulh ile sonuçlanması «Medine-i Üsküdar’da Ahmedçelebi Mahallesi’nde sakin iken ber vech-i âtî mecrûhen katl olunduğu lede’l-keşf zahir olan Hafiz Ahmed b. Ali b. Ahmed’in babası ve hasren varisi ile Abdullah b. Hüseyin b. Osman’ın babası ve tarafından ber vech-i ati sulha vekil olduğu şahideyn ile sabit olan mezbûr Hüseyin müvacehesinde, «Müvekkil mezbûr Abdullah tarih-i ilâmdan üç gün mukaddem kubeyl-i mağribde medine-i mezbûrede Yenimahallede, tarik-i âm üzerinde oğlum mezbûr Hafız Ahmed’i arkasından ve sağ koltuğu altından bi gayri hakkin amden bıçak ile darb ve cerh ve katl eyledi, deyu davaya tasaddi eylediğimde, ol dahi inkâr etmekle beynimizde ba’de vukûi’l-münakaşa beynimize müslihûn tavassut idüb dava-yı mezkûremden vekil mezbûr ile an-inkarin beni yüz kuruş üzre sulh eylediklerinden ben dahi sulh-u mezbûru kabul ve bedel-i sulh meblağ-i merkûm yüz kuruşu vekil mezbûr yedinden tamamen ahz ve kabz ve oğlumun dem ve diyetine müteallika amme-i daâvîden müvekkil mezbûr Abdullah’ın zimmetini ibrâ ve iskat eyledim, didikte vekil mezbûr dahi tasdik eylediği tescil-i şer’i olunub kat’ı-niza eyledikleri mübaşir kulları iltimasıyla huzûr-i âlîlerine ilâm olundu. Fi 28 Rebiülevvel 1179»[70] Bu belgenin temel ögeleri şöyle sıralanabilir:
a- Sulhun tarafları “… Öldürülen Hafız Ahmed’in babası ve tek varisi Ali ile Abdullah’ın babası ve tarafından aşağıdaki gibi sulha vekil olduğu iki şahit ile sabit olan Hüseyin… “
b- Araya iyi niyetli kişilerin girip taraflari barıştırmaları: “…aramızda karşılıklı suçlamalar yapıldıktan sonra araya iyi niyetli kişilerin girip bütün davalardan, adı geçen vekil ile beni yüz kuruş üzre sulh eylediklerinden… “
c- Sulhun şekli Sulh üç şekilde olur: Birinde davali iddiayi kabul etmez, davaci da ispattan aciz kalir, aradaki niza bitsin diye sulh yapilir ki, buna “an inkarin sulh” adı verilir. Diğeri, davalının idiayı kabul etmesinden sonra yapılan sulhtur, ona da an ikrarin sulh adı verilir. Üçüncüsü ise davalının iddiayı red veya kabul yerine sükut etmesi üzerine yapılan an sükutin sulhtur[71]. Bu belgede, öldürülen Ahmed’in babası Hüseyin, katil zanlısı Abdullah’a karşi taammüden adam öldürme davasi açmiş, Abdullah suçu kabul etmemiş, davaci da iddiasini ispat edememiştir. Bu sebeple buradaki sulh, “an inkarin sulh”tur. Hüccetin ilgili kısmı şöyledir: “…«Müvekkil Abdullah, ilâm tarihinden üç gün evvel güneşin batmasindan biraz önce Üsküdar’da Yenimahalle’de, ana yol üzerinde oğlum Hafız Ahmed’i arkasından ve sağ koltuğu altından, haksız yere taammüden bıçak ile vurup yaraladı ve öldürdü, diye iddia ettiğinde, o da inkâr etmekle aramızda karşılıklı suçlamalar olduktan sonra…” d- Sulh bedeli İddia sahibinin sulha razı olmak için istediği bedele sulh bedeli denir. “…davamdan, Abdullah’ın vekili ile an-inkarin beni yüz kuruş üzre sulh eylediklerinden ben dahi sulhu kabul ve sulh bedeli olan yüz kuruşu vekilin elinden tamamen ahz ve kabz ….”
e- Nizaın sona erip davanın sonuçlanması Yapılan sulh nizayı sona erdirip davayı sonuçlandırmaktadır. Bu durum belgede şu şekilde ifade edilmektedir: “…oğlumun kan ve diyetine ilişkin bütün davalardan müvekkil Abdullah’ın zimmetini akladım dedi ve bunu davalı vekili de kabul etti. Bunun mahkeme siciline kaydedildiği ve aradaki nizayı bitirdikleri mübaşir vasıtasıyla huzûr-i âlîlerine ilâm olundu. »… “
f- Sulh tarihi Fi 28 Rebiülevvel 1179 Olay 25 Rebiulevvel’de olduğuna göre dava dört gün sonra sulh ile sonuçlanmış olmaktadır.
H- Yaralama Olayında Kadınların Bilirkişiliği “Üsküdar’da Kefçe Mahallesi’nde sakine Ümmügülsüm bint-i Hüseyin nam hatun meclis-i şer’de takrir-i kelam idüb gaibani’l-meclis Başibüyüklü karyesinden Süleyman, Dogancilar Meydan’nda menzil-hane karşisinda tarik-iamda iki memem ortasina biçak ileamden darb ve cerh idüb firar itmekle keşf ve mu’ayene ve yedime ilâm ita olunmak matlubumdur didikde mezbûre Ümmügülsüm’ün azası nisa taifesine irâe olundukda fi’l-vaki iki memesi ortasından bıçak yaresiyle mecrûhe olduğu müte’ayyene olmağın bi’l-iltimas huzur-ialilerine i’lam olundi el-emrü limen lehü’l-emr. Fî 21 Zilhicce, 1178[72]” Bu belgenin temel ögeleri şöyle siralanabilir: Yaralanan kadinin keşif ve muayene talebi: “Üsküdar’da Kefçe Mahallesi’nde oturan Hüseyin kızı Ümmügülsüm adlı hatun mahkemede söze başlayıp, burada olmayan Başıbüyüklü köyünden Süleyman, Doğancılar Meydanı’nda menzilhane karşisinda ana yolda iki memem ortasina biçak ile kasden vurup yaraladi ve firar etti. Keşif ve muayene ve elime ilâm verilmesini talep ederim, dedikte…” Davacının kadınlara muayene ettirilmesi: Ümmügülsüm’ün azası kadınlara gösterildiğinde gerçekten iki memesi ortasından bıçak yaresiyle yaralı olduğu belirlenmiş olup..”
a- Raporun mahkemeye arzı: “…bi’l-iltimas huzur-ialilerine i’lam olundi..” b- Raporun tarihi: Fî 21 Zilhicce, 1178.
IV- CEZA YARGILAMASI PRENSİPLERİ
A- Davalının Hak ve Hürriyetlerinin Korunması Ceza davalarında davalı için sanık kelimesi kullanılmaz. Suç ispatlanmadıkça veya davalı, yanlış tavırlarıyla şüpheleri üzerine çekmedikçe, onu töhmet altına sokacak bir ifadeye yer verilmez. Davalı için sanık kelimesinin kullanılması onu işin başında zan altına sokmak olur. Bu da mahkemenin taraflı davrandığı anlamına gelir. Kur’an, suç sabit olmadıkça kişiyi zan altına sokmayı yasaklamıştır. Allah Taala şöyle buyurmuştur: “Müminler! Yoldan çıkmış biri size bir haber getirirse gerçeği ortaya çıkarmaya çalışın; yoksa bilmeden bir topluluğu suçlarsınız da yaptığınıza pişman olursunuz.” (el-Hucurat 49/6) Davalının hak ve hürriyetlerini korumaya yönelik prensipler sunlardır:
1- Biraet-i zimmet asıldır Yani insanın suçsuz ve borçsuz olması ana prensiptir. Çünkü insan dünyaya suçsuz ve borçsuz olarak gelir. Suç veya borç, sonradan doğar. Dolayısiyle bir suçun veya borcun varlığını iddia edenin onu ispat etmesi gerekir. Çünkü delil, yeni bir şeyi iddia edenden istenir[73]. İddia, zann-ı gâlib doğuracak şekilde ispatlanmalıdır. Bu sebeple ispatın en az iki şahitle olması şart koşulmuştur. Herkesin şahitliğinin kabul olunmaması, şahitler hakkında güvenilirlik soruşturmasının (ta’dil ve tezkiye işlemlerinin) zorunlu tutulması, hakimin objektif delillerle bağlı kılınıp haksızlığa sapmasını önleyici tedbirler alınması ve yargılamanın her safhasının açık olması şartı davalının hak ve hürriyetleri için bir koruma oluşturmaktadır[74].
2- Şek ile yakîn zail olmaz Şek: İki ihtimalden biri diğerine ağır basmayacak şekilde bir şeyin varlığı veya yokluğu hakkında şüphe doğmasıdır. Davalı, başlangıçta suçluluk şüphesi altındadır. Zan ve vehim: İki ihtimalden birini diğerine tercih ettirecek bir sebep olmakla beraber ikinci taraf da muhtemel görünürse tercih edilen tarafa zan, ikincisine de vehim denir. Davalının suçluluğu konusunda bazı işaret ve deliller bulunmakla beraber suçu ispat için yeterli görülmediği zaman davalı zanlı duruma düşmüş olur.
Zann-ı gâlib: İki ihtimalden ikincisi muhtemel görünmezse varılan kanaate zann-ı gâlib denir. Zann-ı gâlib kesin bilgi yerine geçer. Çünkü insan, çoğu zaman ancak bu kadarını başrabilir. Bu, suçluluğun iki dürüst ve güvenilir şahitle ispat edilmesi halidir. Şahitler yalan söylemiş olabilirler ama çoğu zaman yapacak başka bir şey yoktur. Yakîn (kesin bilgi): Olması veya olmaması kesin yahut zann-ı gâlible sabit olan şeydir[75]. Bu da, davalının başlangıçta suçsuz kabul edilmesi halidir. Çünkü insan suçsuz olarak dünyaya gelir. Herkesin suç işlemesi mümkün ise de, elde kesin delil olmadan hiç kimse suçlu sayılamaz. «Şek ile yakın zail olmaz» prensibine göre bir şeyin varlığı kesin olunca, aksi ispat edilmedikçe, ortaya çıkan bir şüphe sebebiyle o şeyin yokluğuna hükmedilemez. İslam Hukuku’nun dörtte üçü veya daha fazlası bu kaideye uygundur[76]. Ceza yargılamasında şüphe, daima davalı lehine kullanılmıştır. Had ve kısas cezaları da şüphe ile düşer[77].
B- Nizamın korunması Ceza yargılaması, kişi hak ve hürriyetlerini koruma yanında, nizamı korumaya da yönelik olmalıdır. Bu konuda aşağıdaki tedbirler alınmıştır.
1- Sabıkalılar Sabıkalılar, tazir cezasını gerektiren bir suç isnadıyla hakim önüne çıkarılırlarsa hakim tek şahitle veya kendi bilgisine dayanarak hafif cezalar verebilir[78].
2- Suçüstü haller Suçüstü hallerde suçlu, her fert tarafından cezalandırılabilir. Aşırı gidilmez ve cezalandırmanın suçüstü olduğu ispat edilirse, bir suç doğmaz. Mesela, gece kapıyı açıp eve giren bir yabancıyı, ev sahibi öldürürse bundan sorumlu olmaz. Fakat suç işlenip bittikten sonra, ceza konusunda sadece mahkemeler yetkilidir[79].
3- Çevre güvenliğinin sağlanması Bir mahalle veya köyde, yahut bir kervansarayda faili mechul bir cinayet işlendiği taktirde, o yerin halkı, ya suçluyu bulurlar veya özel olarak yapılan yargılama sonucunda ölünün kan bedelini ödemek zorunda kalırlar. Buna kasâme denir. Kasâme kısaca şöyle yapılır: Mesela bir köyde, kimsenin mülkü olmayan mahalde öldürülmüş bir insan cesedi bulunur ve ölünün velisi, «Onu siz öldürdünüz» diyerek hakimin huzurunda, köy halkı aleyhine dava açıp kasame telebinde bulunursa, hakim köylülere, iddia karşısında ne diyeceklerini sorar. Köylüler iddiayı reddederlerse ölünün velisi köyün erkeklerinden elli kişiyi seçerek hakime gösterir. Hakim, bunlardan her birine yemin teklif eder. Bunlar da, ölüyü kendilerinin öldürmediğine ve katilini de bilmediklerine yemin ederler. Eğer hepsi böyle yemin ederse, bütün köy halkına ölünün diyeti pay edilir. İçlerinde yemin etmekten kaçınanlar olursa hakim bakar, eğer ölünün velisi kısası gerektiren bir iddiada bulunmuşsa bu kişiler yemin edinceye veya öldürdüklerini itiraf edinceye kadar hapsedilirler. Fakat ölünün velisi diyet cezası verilmesini gerektiren bir iddiada bulunmuşsa o taktirde, kim yemin etmekten kaçınırsa, bütün diyet ona ödettirilir. Kendine yemin teklif olunan kişi, katilin kim olduğunu bilirse, yemin ederken, «Onu ben öldürmedim, falandan başka katilini de bilmem.» diye yemin eder[80].
4- Halkın, suça engel olması Hata yoluyla meydana gelen ölümlerde kan bedeli (diyet), suçlunun erkek akrabası veya çalışma arkadaşları arasında taksim edilerek ödenir[81]. İlerisinde zararı kendisine dokunacağı için her fert, yakınlarını ve çalışma arkadaşlarını uyarmayı ve suç işlemelerine engel olmayı kendine görev bilir.
5- Suçluların takibi ve mahkeme önüne çıkarılması Kamu hukukunun (Allah hakları) ihlal edildiğini gören herkes, mahkemeyi haberdar etmek ve bu konuda zaten açılmış sayılan davayı takibetmek zorundadır[82]. Bütün bunlar, nizamı korumaya ve insanın çevresinde olup bitenlere karşı duyarlı olmasına yönelik prensiplerdir. Böylece herkes kendini, yerine göre polis, jandarma yahut bir savcı gibi sorumlu görecek ve hiç kimse, “nemelazım” diyemeyecektir. Yoksa zarar kendine de dokunur.
C- Hakikatın araştırılması Ceza yargılamasında hakikatin araştırılmasına önem gösterilmiş ve bu konuda objektif kıstaslar getirilmiştir. Çünkü hiç kimsenin şeref ve haysiyeti, bir hakimin vicdani kanaatine terkedilemez. Bir kişiyi cezalandırabilmek için, suçluluğunun kesin olarak ispatı gerekir. İspat vasıtaları hem hakimi, hem tarafları bağlar. Her suç ile ilgili olarak suçun kendisi, davalı, davacı ve şahitler hakkında yapılacak tahkikat işlemleri, bütün incelikleriyle fıkıh kitaplarında tespit edilmiş ve işlenen suçun çeşidine göre bütün unsurlarının teşekkülüne önem gösterilmiştir. Ceza yargılamasında hakimlerin taktir yetkisi son derece dardır. Çünkü, hakimin kanaati elle tutulur, gözle görülür bir şey değildir. Davalı sandalyesinde oturan da, hakimlik makamını işgal eden de insandır. Bunlardan biri suç işlemişse diğeri de işleyebilir. O halde hakimin, suç işleyerek makamının gölgesine sığınmasına engel olmak gerekir. Yargılamada tam bir eşitlik ve tarafsızlık esas alınmış ve ceza yargılamasının bütün safhalarının halka açık olması prensip haline getirilmiştir.
D- Verilecek ceza ile ceza yargılaması arasındaki ilişki Hafif cezalarla ağır cezalar aynı değildir. Bir kişiye vurulacak birkaç sopa veya verilecek kısa süreli hapis cezasıyla el kesme, organ kesme veya ölüm cezaları bir tutulamaz. İslam Ceza hukukunda had ve kısas cezaları en ağır cezalardır. İnfazdan sonra bir hata tespit edilirse, onun telafisi mümkün olmaz. Dolayısiyle böyle davalarda hakime, cezayı düşürecek bir şüphe arama görevi verilmiş ve suçun tereddütsüz ispat edilebilmesi için özel tedbirler alınmıştır. Mesela, zina iddiasının ispatı için zina fiilini görmüş dört erkeğin, şahit olarak dinlenmesi şart koşulmuştur. Şüphe konusunda bile hakimin takdir yetkisi sınırlandırılmış, hangi şeylerin cezayı düşürecek şüpheler olduğu tek tek sayılmıştır. Bu konuda, davalıya ve şahitlere sorulacak sorular, bütün açıklığı ile fıkıh kitaplarında yer almıştır[83]. Ona dua ve selam olsun Allah’ın Elçisi şöyle demiştir: «İmkan buldukça şüphelerle had cezalarını düşürün[84].
Yanılarak affetmek, yanılıp ceza vermekten iyidir[85]. Had ve kısas cezalarında, kadınların şahitliği kabul edilmez. Çünkü heyecana kapılıp yanılmalarından şüphe edilir. Diğer suçlar, medeni yargılamada olduğu gibi, iki erkek veya bir erkek, iki kadının şahitliği ile ispat edilebilir. Hatta bazı hafif cezalarda, kadın olsun, erkek olsun güvenilir bir tek kişinin şahitliği yahut hakimin bilgisi yeterli görülmüştür[86].
E- Yargıda çabukluk ve ucuzluk Yargılama sırasında, hakikatın araştırılmasına dikkat gösterilmekle beraber, yargılamanın bir an önce sonuçlandırılması, sistemin bir özelliğidir. Yargılama, sade ve basit usullerle yapılır. Gecikmeye sebep olabilecek hususlar tamamen ortadan kaldırılmış olduğundan sonuç kısa zamada alınabilmektedir. Yukardaki belgeler, gerekli tahkikatın yapılıp davanın çoğunlukla bir günde sonuçlandırıldığını göstermektedir. Zaten şer’iye sicillerinde bir günde sonuçlanmamış dava bulmak oldukça zordur. Yukarıda sulh ile sonuçlanan cinayet davası dışındaki davalar açıldığı gün karara bağlanmştır.
Cinayet davasında kararın gecikmesi, tarafları barıştırmanın zaman almasından dolayıdır. Tanzimat’tan sonra, Nizamiye Mahkemeleri’nde uygulanmak üzere, Avrupa’dan alınan kanunlar bir tarafa bırakılacak olursa, Osmanlı mahkemelerinde bütünüyle İslam Hukuku’nun uygulandığı ortaya çıkmaktadır. Bu mahkemelerin çalışmalarını günümüze aktaran şer’iyye sicilleri bu konuda kesin bir delil oluşturmaktadır. Tanzimat’tan sonraki gelişmeler bir kenara bırakılırsa, Osmanlı yargılama hukuku’nun, mevcut yargılama hukuku sistemlerinden hiçbirine benzemediği görülmektedir.
Prof. Dr. Abdulaziz BAYINDIR
___________________________________________________
* Bu araştırmanın yayımlandığı yer için bkz. Türkler, Ankara, 2002, Yeni Türkiye Yayınları, c. 10 s. 69
[1]- 26 Şaban 1255 / 3 Kasım 1839 tarihinde yayınlanan Gülhane Hatt–ı Hümayunu’nda şöyle denmektedir: «Cümleye malum oldugu üzre Devlet-i aliyyemizin bidayet-i zuhurundan beru ahkam-i celile-i Kur’aniyye ve kavanin-i şer’iyyeye kemaliyle riayet olduğundan..» (Düstur I/1- Birinci tertip).
[2]- Kısaca “Mecelle” diye tanınan Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye, Ahmet Cevdet Paşa başkanlığında bir ilmî heyet tarafından hazırlanmış, 1869-1876 tarihleri arasında bölüm bölüm yürürlüğe konmuş, 1926’da Türk Medeni Kanununun çıkarılmasıyla yürürlükten kaldırılmıştır. İslam hukukunun aynî haklar, borçlar hukuku ve hukuk muhakemeleri usulü bölümlerine ait 16 kitaptan oluşur. (Daha geniş bilgi için bkz. Osman ÖZTÜRK, Osmanlı Hukuk Tarihinde Mecelle, İst. 1973, s, 2 – 82.)
[3]- Ali Haydar, Hoca Emin Efendizade, (öl. 1355 h./1936 m.) Dürerü’l-hükkâm şerhü Mecelleti’l-Ahkam, İstanbul 1330, IV/694.
[4]- Osmanlı’larda hakimler, davalara bakmak ve yargılamayı yürütmek üzere, başkalarına vekalet verme yetkisine de sahiptiler. Hakimin, görevi konusunda kendisine vekil olarak tayin ettiği bu kişilere naib ismi verilirdi. Naiblerden bir kısmı, tıpkı hakim gibi yargıya da yetkili olurlardı. Ancak bu yetkiyi vermek, sadece belli makamlarda bulunan kadılara aitti. Bunun dışındaki naibler, hakimin emrinde, sorgu hakimleri gibi görev yapan kimselerdi. Bunlar, davayı, şahitleri ve tarafların iddia ve itiraflarını dinlemeye, şahitler hakkında güvenilirlik soruşturması açmaya (ta’dîl ve tezkiye işlemlerini yürütmeye) yetkili olabilirlerdi. Bu şekilde, davacinin şahitleri var midir, yoksa yalan mi söylüyor, şahitleri varsa, davaya uygun şahitlik edebiliyorlar mi, davaya uygun şahitlik edebiliyorlarsa güvenilir midirler, vs. gibi konularda hakimlere yardimci oluyorlardi. Bu naibler, hakimin verdigi yetkiye göre görev yapiyor fakat hüküm veremiyorlardi. Hakim de, bu gibi naiblerin dinledigi şahitleri tekrar dinlemedikçe hüküm veremezdi. Görevlendirme konusunda bütün yetki hakime aitti. Bunlari istedigi zaman ve istedigi konuda görevlendirir ve arzu ettigi zaman da görevden alabilirdi. (Bkz. Abdulaziz BAYINDIR, Islam Muhakeme Hukuku, Osmanli Devri Uygulamasi, Istanbul 1986, s. 20,89-91)
[5]- Ali Haydar, IV/ 691.
[6]- Mecelle 1807; Ali Haydar, IV/708, 709.
[7]- Bkz. Mecelle m. 1801.
[8]- Mecelle m. 1613. [9]- Bkz. Usul-i Muhakemat-i Cezaiyye Kanunu m. 1 ve dördüncü fasil m. 20, 22-25 (Düstur, IV/ 135, 136.)
[10]- Abdulaziz BAYINDIR, Islam Muhakeme Hukuku, Osmanli Devri Uygulamasi, Istanbul 1986, s. 112, s. 134 ve dördüncü bölüm, 143 numarali dipnot.
[11]- Timurtâşî, Muhammed b. Abdullah, Tenvîru’l-ebsâr, IV/601;Alau’d-din Muhammed b.Ali el-Haskefî, Dürrü’l-muhtar, IV/601, (Bu iki kitap İbn Abidîn’in VI. Cildin kenarındadır), tarih ve yer yok.
[12]- Bayındır, s. 89 vd. [13]- İbn Abidin, Redd’ul- ale’d-dürr’il-muhtar şerhu tenvîr’il-ebsâr, III/177, tazir; tarih ve yer yok.
[14]- Konu ile ilgili hükümler Mecelle’nin 612, 642, 663 ve devamı maddelerinde geçer. Uygulama ile ilgili kayıtlar maruz sicillerinde yer alır.
[15] VELİDEDEOĞLU, Hıfzı Veldet, Kanunlaştırma Hareketleri ve Tanzimat, 198, İst. 1940; metin için bkz. Düstur, 1/537.
[16]- Mecelle m. 1815.
[17]- Mecelle m. 1821’e göre, usulüne uygun, yalan ve uydurma olmaktan uzak bir şekilde düzenlenmiş ilâm ve hüccetler ispat vasitasi sayilir. Ayrica bkz. Ahmed b. Muhammed el-Hamevi (öl. 1098 h./1687 m.),Gamzü ‘uyuni’l-besâir ale’l-Eşbah ve’n-nezair., I/338, Matbaa-i Amire.
[18]- Damad, Osmanli kazaskerlerinden Abdurrahman b. Mehmed, Mecma’ü’l-enhur, II/157, İstanbul 1310; Ali Haydar, IV/676
[19]- Mesela, bkz. Ahiçelebi Mahk., 7/273 numaralı sicil, vr. 1-a ( İstanbul Müftülüğü Arşivi.)
[20]- Dava vekilliği ile ilgili hükümler için bkz. Mecelle m. 1516’dan 1520’ye kadar.
[21]- Mecelle m. 1816.
[22]- Damad, II/ 159, bu son görüş Ebu Yusuf’a aittir.
[23]- Molla Hüsrev, Muhammed b. Feramuz, Dererü’l-hükkam, II/4099, İstanbul; Mecelle m. 1816.
[24]- Mecelle m.1817.
[25]- Damad, I/ 544, 559; Ömer Hilmi, 104, m. 89.
[26]- Bayındır, s. 158 ve 163.
[27]- Bayındır s. 158, 164, 205, 220 ayrıca kitabın belgeler böl. no, 7 ve 23.
[28]- Erkek karısının zina ettiğini veya cocuğun kendinden olmadığını iddia eeder ama iddiasını ispat için şahit getiremezse özel bir yargılama ile karı kocanın arasının ayrılmasına karar verilir. Buna liân denilir. Bununla ilgili hükümler Nur Suresinin 6. ayetinden 10. ayetine kadar geçer.
[29]- Damad, II/256.
[30]- Şemsü’d-din es-Serahsî, el-Mebsut, XVI/117, Mısır 1324; Molla Hüsrev, II/411, 412.
[31]- el-Haskefî, IV/654.
[32]- Serahsî, XVI/110; Mecelle m. 1826; Ali Haydar, IV/763.
[33]- Damad, II/160; Mecelle m. 1826.
[34]- Ali Haydar, IV/727.
[35]- Mecelle m.1828
[36]- Damad, II/160.
[37]- Ali Haydar, IV/770, 771.
[38]- Damad, II/158; Ali Haydar, IV/767. [39]- Bkz. Feyzullah Efendi, Şeyhülislam (öl. 1115 h./1703 m.), Fetâvâ-yı Feyziyye s. 286, 287, Matbaa-i Amire; Mecelle m. 1837’den 1840’a kadar.
[40]- Ali Haydar, IV/692; Bir örnek olmak üzere bkz. İst. Bab Mah. 2/11 vr. 29-b. ( İstanbul Müftülüğü Arşivi.)
[41]- Ankaravî, Şeyhülislam Muhammed b. Hüseyin, Fetâvâ’l-Ankaravi, 1/406, M. Amire, 1281.
[42]- Alauddin el-Kâsânî, Bedâi’us-sanâi’ f î tertîb’iş-şerâi’, VII/46; Molla Hüsrev, II/ 85.
[43]- Kâsânî, VII/ 47.
[44]- Ankaravî, I/406.
[45]- Konu ile ilgili bir örnek için bkz. İstanbul Bâb Mahkemesi, 2/96 numaralı siçil, v.37-a. ( İstanbul Müftülüğü Arşivi.)
[46]- Kâsânî, VII/47; el-Haskefî II/158; Molla Hüsrev, II/85. [47]- İbn Abidîn, c. II/159.
[48]- Molla Hüsrev, II/ 85.
[49]- Ahmet Lûtfi 78, 79. Metin kısmen sadeleştirilmiştir.
[50]- Timurtâşî; el-Haskefî ve İbn Abidîn (üçü bir arada), III/158, şehâdehale’z-zina’dan bir önceki konu..
[51]- Molla Hüsrev II/81; Damad, II/545, 546
[52]- Tirmîzî, K. Hudûd, 6.
[53]- İst. Mahkemesi, I/24 numaralı sicil, s. 142. ( İstanbul Müftülüğü Arşivi.)
[54] – Zuamâ, zaîm kelimesinin çoğuludur, büyük timar sahibi demektir. Timar sahibi, savaşlarda belli sayıda atlı süvari bulundurma zorunluluğuna karşılık tahsis edilen devlet arazisinden vergi alma hakkına sahip kişi demektir. Mültezim, bir bölgenin belli bir vergisini toplama hakkını açık artırma ile alan kişiye verilen isim.
[55] – Asker, atlı asker, süvari.
[56] – Bu Ebu Hanife ile İmam Muhammed’in görüşüdür. (Bkz. Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuki Islamiyye ve Istilahati Fikhiyye Kamusu, III/287, par. 801, Istanbul 1967.)
[57] – Bu Ebu Yusuf’un görüşüdür. (Bkz. Bilmen, a.g.e. c. III/ 286, par. 799.)
[58] – Istanbul Mahkemesi, 1/25 numarali arz sicili, s. 193. ( Istanbul Müftülügü Arşivi.)
[59] -Kâsânî, VI/279; Feyzullah Efendi, Şehadetü’n-nisvân, 303; Çatalcalı Ali Efendi, Şeyhülislam, (öl. 1103 h./1962 m.) Fetâva-yı Ali Efendi (Ali Efendi), I/346, tarih ve yer yok.
[60]- Serahsî, XVI/114; Kâsânî, VI/279. (Bu iki kaynaktaki bilgiler birleştirilerek yazılmıştır.)
[61]- Kâsânî, VII/47, Osmanlılarda mahkemelerin çalışmalarının şimdiki gibi olmadığını, davacılar, hakimi hangi saette ve nerede bulurlarsa orada davalarına bakıldığını göz önünde bulundurmak gergkir.
[62]- Ali Haydar, IV/524.
[63] İst. Bab mahkemesi, 2/192 numaralı sicil, v. 78-a. ( İstanbul Müftülüğü Arşivi.)
[64] – Belgede 16 Zilhicce tarihi geçmektedir. Ancak olay, İlâm tarihinden 8 gün önce, 12 Zilhicce günü meydana geldiği için tarihin hatalı olduğu ve 19 Zilhicce olması gerektiği ortaya çıkar.
[65] İstanbul Bab Mahkemesi, 2/192 numaralı sicil, v. 73-a. ( İstanbul Müftülüğü Arşivi.) [66] «Ber mûceb-i fermân-ı âlî» kadı efendiye hitaben, «emriniz gereğince» demektir.
[67] Üsküdar Kadılığı, 6/466 numaralı sicil v. 53-b. ( İstanbul Müftülüğü Arşivi.)
[68] – Gayrimüslim vatandaşın.
[69]- Ayak işlerine bakan görevli.
[70] Üsküdar Kadılığı, 6/466 numaralı arz defteri, v. 53-b. ( İstanbul Müftülüğü Arşivi)
[71] – Bilmen, VIII/7, paragraf 13.
[72] Üsküdar Mahkemesi., 6/466, vr. 38-a. (İstanbul Müftülüğü Arşivi) [73]- Beyyine hilaf-ı zahiri isbat içündür. (Mecelle m. 77).
[74]- Bu konuyu tamamlayan iki prensip daha vardır: Bir şeyin bulunduğu hal üzere kalması asıldır (Mecelle m. 5); Sıfât-ı ârızada aslolan ademdir. (Mecelle m. 9)
[75]- Ali Haydar, I/39.
[76]- Hamevî, I/85, yukarıdaki prensibin açıklanması sırasında zikrolunuyor.
[77]- Konu ile ilgili bir örnek için İstanbul Müftülüğü Arşivinde bulunan İstanbul Mahkemesi, 1/25 numaralı arz sicili, s. 137’de kayıtlı tazîr başlıklı maruza bakılabilir. Burada kazif davasında, mağdurda beliren bir şüphe üzerine davalıya, had yerine tazir cezası verildiği görülmektedir.
[78]- Bilmen, III/23.
[79]- Timurtâşî el-Haskefî ve İbn Abidîn, III/181, Ankaravî I/144.
[80]- Ömer Hilmi, Mi’yar’ü’l-Adalet, (İzahü’l-cinayat fi Ahkami’l-kısas ve’d-diyat ile birlikte)139’dan 170. maddeye kadar. İstanbul, 1328. Burada ve diğer fıkıh kitaplarında konu geniş olarak açıklanmıştır.
[81]- Molla Hüsrev, II/156 vd
[82]- Timurtâşî ve el-Haskefî, IV/601.
[83]- Bkz. Molla Hüsrev, II/1; Damad I/544, 545.
[84]- Molla Hüsrev, c. II, s. 81; Damad, c. II, s. 545, 546
[85]- Tirmizi, K. Hudud, 6. [86]- Bilmen, c. III, s. 323.Konu ile ilgili bir örnek için İstanbul Müftülüğü Arşivinde bulunan İstanbul Mahkemesi, 1/25 numaralı arz sicili, s.155’de kayıtlı maruza bakılabilir. Burada Bahçekpusu çeki’ci ve kantarcısının çekilerinin 30 okka noksan geldiği bizzat hakim tarafından tespit edildiği için bunların Boğazkesen kalesine hapshe kararı verildiği görülmektedir.
İlgili Yazılar
-
KUR’ÂN’DA SALAT KAVRAMI
1 Mart, 2024 -
TASDİK KONUSU VE ÖNCEKİ KİTAPLAR HAKKINDA ÖZET
27 Şubat, 2024 -
Tefsirciler Nasıl Tarihselci Oldu?
1 Şubat, 2024 -
ŞAH DAMARI
15 Ağustos, 2023 -
GÖKLERE YOLCULUK İSRÂ VE MİRÂC
10 Ağustos, 2023 -
İKTİSADİ GELİŞME VE ZEKÂT
13 Haziran, 2023 -
CENNETTE HURİLER
23 Ocak, 2023 -
YOLCULUKTA VE KORKU HALİNDE NAMAZ
23 Şubat, 2022 -
KİTAP VE SÜNNET Mİ? KİTAP VE HİKMET Mİ?
10 Şubat, 2022 -
Ölüme Hazırlık
8 Haziran, 2021