Yazar Hakkında
Erdem Uygan
Kur’an’ı Anlama “İlmi”
Ellerinde bulunan ilahi kitabın gerçekten Allah’ın katından olup olmadığı sorusu aslında her bireyin sormak istediği, ancak kendilerine toplumları tarafından dayatılan din anlayışı yüzünden kimsenin sormaya cesaret edemediği en temel sorudur. Bu sorunun Müslümanlar açısından tertibi şu şekilde olmalıdır: “Kur’an Allah’ın kitabı mıdır?”
Bu soruyu sormadan müslüman olduğumuzu iddia etmek ne kadar akla yatkındır ve bu soru sorulmadığı takdirde bu iddiamız ne kadar isbatı mümkün bir iddia olabilir? Zira Müslüman yani Arapça karşılığı ile “müslim” kelimesi terim olarak “Allah’ın dinine teslim olan” anlamına gelir. Yeryüzünde dindar olup da Allah’ın dininden başkasına teslim olduğunu iddia eden hiç kimse yoktur. Diğer bir deyişle hangi inanca sahip olursa olsun her dindar insan kendini “müslüman” saymaktadır. Ancak Allah’ın dininin hangisi olduğu ortaya konup ispatlanmadığı sürece bu iddialar temelsiz ve çürük iddialar olarak kalmaya mahkumdurlar. O halde en basit akıl bile, doğru dine teslim olabilmek için Allah’ın dininin hangi din olduğu sorusunun mutlaka sorulması gerektiğini kavrayabilir.
Uygulamada ise bir kişinin Müslüman olması, kendisine Müslüman diyen bir ailenin çocuğu olmasına, dolayısıyla Allah’ın takdirine bağlanır. Bu kişinin, “bu Allah’ın kitabıdır” iddiasıyla sunulan kitap için gerçekten öyle olup olmadığı hakkında bir inceleme yapması olacak iş değildir. Çünkü o doğuştan hak dinin mensubudur. Artık yapması gereken en önemli şey, kendisini Müslüman bir ailede dünyaya getirdiği için Allah’a şükretmek ve bu ilahi torpilden mahrum kalmış olanlar için besleyeceği her tür insani acıma duygusunu bastırmaya çalışmak olacaktır.
Oysa konuya Kur’an açısından bakıldığında durum bunun tam tersidir. Kur’an kendisinin Allah’ın kitabı olup olmadığı konusunu muhatabının gündemine alması gereken en önemli konu olarak sunar. Hatta yukarıda anlattığımız Müslüman bir ailede doğduğu için Müslüman olduğunu düşünen kişi bile Kur’an’a göre atalarının dinine mensuptur ve o dinin doğru olup olmadığını araştırmak zorundadır. (Bu konuyu dergimizin önceki sayılarında detaylı olarak ele almıştık.)[1]
O halde Kur’an kendisinin Allah’ın kitabı olduğunu ispatlayacak kriterlere sahip olmak zorundadır. İşte bu kriterlerden biri ve belki de en önemlisi onun barındırdığı “hikmet metodu” ya da başka bir ifade ile “Kur’an’ı anlama ilmi”dir. Rabbimizin tüm detayları ile açıkladığı bu metot öğrenildiğinde bir kitaba böylesi bir okuma ve anlama yöntemini ancak Allah’ın koyabileceğini, aslında kainattaki tüm yaratılmış ayetleri de farkında olmadan aynı metotla okuyarak ilerleme sağladığımızı görmüş oluruz. Sadece Kur’an değil Allah’ın gönderdiği tüm kitaplar aynı metoda sahiptirler. Kur’an’ı anlama ilmi, Allah’ın hikmet dediği doğru hükme ulaşmak ve her dönemde karşılaşılan her sorunu çözmek için bizzat Rabbimiz tarafından Kitabına konmuş ve ayrıntılı olarak açıklanmıştır. Zaten Alemlerin Rabbi Allah’tan beklenen de budur. Kur’an’ı anlama ilminin detaylarını ele aldığımız ve “ilim” kavramının bu metoda vurgu yaptığını ilgili ayetlerle göstermeye çalıştığımız yazımız dergimizin 14. sayısında bulunabilir. Bu yazımızda da aynı konunun devamı niteliğinde “ilim” kelimesinin metot bağlamında kullanımına dair tesbit ettiğimiz farklı ayetleri ele almaya ve konuyu biraz daha genişletip geliştirmeye çalışacağız. Ancak ilim kavramının metot bağlamında kullanımına geçmeden önce Kur’an’ın özel bir metoda göre okunması gerektiğini bildiren ayetleri görmeye çalışalım:
Kur’an’ın Bir Metodu Olduğunu Gösteren Ayetler:
Kur’an’da ilahi Kitabı bilmeyen kişiler için “ümmi” kelimesi kullanılmaktadır:
وَمِنْهُمْ أُمِّيُّونَ لَا يَعْلَمُونَ ٱلْكِتَٰبَ إِلَّآ أَمَانِىَّ وَإِنْ هُمْ إِلَّا يَظُنُّونَ
Onların bir kısmı ümmîdir; o Kitabı değil onunla ilgili kurguları bilir ve sadece tahmin yürütürler. (Bakara 2/78)
İlahi kitabı bilmemek onun içeriğini, hükümlerini, üslubunu bilmemekten de öte, asıl onu okuma ve anlama metodunu bilmemek anlamında olmalıdır. Bu sebeple Allah’ın ümmiler içinden elçi çıkarması, o elçiye hikmeti vermesi yani kitaptan doğru hükme varma metodunu öğretmesi anlamına gelir. O elçiler de bu metodu diğer ümmilere ayetleri okuyarak öğretir ve onların gelişmesini sağlarlar:
هُوَ ٱلَّذِى بَعَثَ فِى ٱلْأُمِّيِّينَ رَسُولًا مِّنْهُمْ يَتْلُوا۟ عَلَيْهِمْ ءَايَٰتِهِۦ وَيُزَكِّيهِمْ وَيُعَلِّمُهُمُ ٱلْكِتَٰبَ وَٱلْحِكْمَةَ وَإِن كَانُوا۟ مِن قَبْلُ لَفِى ضَلَٰلٍ مُّبِينٍ
Ümmilerin (ilahi kitapları bilmeyenlerin) içinden elçi çıkaran Allah’tır. Onlara, O’nun ayetlerini okur, Kitab’ı ve hikmeti öğreterek onları geliştirir. Halbuki onlar daha önce açık bir sapkınlık içindeydiler. (Cuma 62/2)[2]
Bir şeyin öğretilmeye (ta’lim) ve öğrenilmeye konu olabilmesi, onun bir metodu olduğunu gösterir. Ayrıca bir kitabın ve onunla ulaşılacak doğru hükmün (hikmet) öğretilmesi o kitabı anlamanın sadece bir tek metodunun olduğunu, insanların onu yorumlama, kendi geliştirecekleri başka bir metotla okuyup anlama lükslerinin olmadığını da belirtmektedir. Çünkü bu takdirde öğretilmesinden bahsetmek abes olurdu ve sadece okunmasının yeterli olduğu söylenirdi. Böylece okuyabilen herkesin kendine göre bir anlama ve yorumlama yöntemi geliştirmesinin yolu açılmış olurdu. Ancak durum bunun tam tersidir.
Yine başka bir ayet Kur’an’daki bu metodun tüm ilahi kitaplarda da aynen bulunduğunu yukarıdaki ayettekine benzer ifadelerle (ta’lim – ders) dile getirmektedir:
مَا كَانَ لِبَشَرٍ أَن يُؤْتِيَهُ ٱللَّهُ ٱلْكِتَٰبَ وَٱلْحُكْمَ وَٱلنُّبُوَّةَ ثُمَّ يَقُولَ لِلنَّاسِ كُونُوا۟ عِبَادًا لِّى مِن دُونِ ٱللَّهِ وَلَٰكِن كُونُوا۟ رَبَّٰنِيِّۦنَ بِمَا كُنتُمْ تُعَلِّمُونَ ٱلْكِتَٰبَ وَبِمَا كُنتُمْ تَدْرُسُونَ
Bir insana Allah; Kitap, hikmet ve nebîlik verecek, o da tutup insanlara “Allah’tan önce bana kul olun!” diyecek! Buna hiç kimsenin hakkı yoktur. Onun diyeceği şudur: “Kitabı öğretmenize ve özümsemenize karşılık sadece Rab’den yana olun.” (Al-i İmran 3/79)
Ayete göre Kitabı insanlara ulaştıran nebilerin kendilerini ön plana çıkaramayacak olmalarının, insanları kendilerine kul etmelerinin mümkün olmamasının sebebi kendilerine kitapla birlikte hikmetin verilmiş olmasıdır. Yani o Kitap’tan doğru hükme ulaşmanın metodunu biliyor olmalarıdır. Bu metodu kendilerinin geliştirmiş olması veya ayetleri kafalarına göre yorumluyor olmaları düşünülemez. Hikmetin verilmesi demek elbette o hikmete (doğru hüküm) ulaşmanın metodunun verilmiş olması demektir. Kitabı hikmet metodu ile okuduklarında insanlara kendilerine kulluk etmeleri gerektiğini söyleyebilecekleri bir sonuç çıkarmaları imkansızdır. Oysa metotsuz ya da kişisel yorumlarla okunduğunda Kur’an’a her şeyin söyletilebildiğini bugün de yaşayarak görmekteyiz. Demek ki doğru sonuca ulaşmanın bir metodu olması gerekmektedir.
Ayrıca ayete göre önceki kitapları bilenler de bu kitabı doğru okuduklarında kendilerine hikmet verilen nebilerle aynı sonuca ulaşacaklar, yani Rab’den yana olacaklardır. Bu da aynı metoda göre okuyor olmalarını gerektirir. Çünkü bu kişiler sürekli okuyarak kendilerindeki kitabı ve metodunu özümsemekte ve diğer insanlara da öğretmektedirler. Yani hikmete ulaşmanın metodunu bilmektedirler. O halde her iki kesim de aynı metodu uygulayarak aynı sonuca ulaşırlar ve kendilerine kulluğa çağıramaz ve Rab’den yana olmak zorunda olduklarını görürler. Yine eğer ayette kitabı öğretmekten maksat, bugün geleneksel olarak anlaşıldığı gibi onun lafzını ezberlemeyi öğretmek olsaydı o zaman o kitaptan Rab’den yana olma gibi bir sonuca ulaşmak hatta herhangi bir sonuca ulaşmak mümkün olmazdı.
Zaten ayette kitabın öğretilmesi ve özümsenmesi şeklinde meale yansıyan ifadeler, Türkçe’de de kullanılan ta’lim ve ders ifadeleridir. Ta’lim kelimesi öğretmek yani bir kitaptaki “ilmi” karşı tarafa aktarmak anlamına gelir. Bunun, kitabın okunmak için bir başkasına verilmesinden bir farkı olması gerekir. Yani okutmaktan değil öğretmekten bahsedildiğine göre özel bir okumanın, diğer bir deyişle, metodun (ilim) öğretilmesinden bahsediliyor olmalıdır. Ayette geçen “tedrusun” (تدرسون) kelimesi, de-ra-se (درس) fiilinin şimdiki/geniş zaman, ikinci çoğul şahıs formudur ve “bir şeyin sürekli kullanımdan dolayı yıpranması, eskimesi” anlamına gelir. Fiil bir kitabı okumak anlamında kullanıldığında, okuna okuna ondaki bilginin zihne iyice yerleşmesi, özümsenmesi, anlamına gelmektedir.[3] Kısacası ayette kitabı okumanın metodunu bilen, onu özümseyerek kendini, öğreterek insanları geliştiren kişilerden bahsedilmektedir. Bu kişilerin yaptıkları gelişigüzel bir okuma değil, belli bir metoda göre okuma olmak zorundadır.
Allah’ın gönderdiği kitabı okuyarak ondan doğru hükümler çıkaracak olanlar insanlardır. O halde Rabbimiz bu metodun tüm detaylarını kitabında bizlere göstermiş olmalıdır:
إِنَّآ أَنزَلْنَآ إِلَيْكَ ٱلْكِتَٰبَ بِٱلْحَقِّ لِتَحْكُمَ بَيْنَ ٱلنَّاسِ بِمَآ أَرَىٰكَ ٱللَّهُ ۚ وَلَا تَكُن لِّلْخَآئِنِينَ خَصِيمًا
Gerçekleri içeren bu kitabı sana biz indirdik ki insanlar arasında Allah’ın gösterdiği (yöntem) ile hükmedesin. Sakın hainlerin savunucusu olma. (Nisa 4/105)
İşte bu metodun Kur’an’da “ilim” ifadesi kullanılarak dile getirildiğini daha önceki yazımızda Araf Suresi’nden öğrenmiştik:
وَلَقَدْ جِئْنَاهُم بِكِتَابٍ فَصَّلْنَاهُ عَلَىٰ عِلْمٍ هُدًى وَرَحْمَةً لِّقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ
“Onlara, bir ilimle açıkladığımız Kitap getirdik; inanan topluluk için rehber ve ikramı bol olan kitap.” (Araf 7/52)
Sonuç olarak Allah’ın kainatı bir metoda dayalı olarak yaratmadığını, kainat ayetlerini okumak için belli bir yöntem gözetmek gerekmediğini söylemek nasıl imkansız ve akıl dışı ise indirdiği ayetleri okurken uymamız gereken özel bir metodun olmadığını düşünmek de o derece akıl dışıdır. Yüce Allah kendi ayetlerini okuma ve anlama metodunu kitabına yerleştirmiş ve o metodu en ayrıntılı şekilde bizlere de göstermiştir.
Ayetlerde Metoda Vurgu Yapan “İlim” İfadeleri:
“İlim” ifadesinin kitabın içerdiği metot bağlamında kullanıldığını gördüğümüz çok sayıda ayeti dergimizin 14. sayısında ele aldığımızı belirtmiştik. Şimdi de gerek o yazımızın hacmini daha fazla genişletmemek için yer vermediğimiz, gerekse yeni tespit ettiğimiz ayetleri birlikte okuyalım:
لَّٰكِنِ ٱللَّهُ يَشْهَدُ بِمَآ أَنزَلَ إِلَيْكَ ۖ أَنزَلَهُۥ بِعِلْمِهِۦ ۖ وَٱلْمَلَٰٓئِكَةُ يَشْهَدُونَ ۚ وَكَفَىٰ بِٱللَّهِ شَهِيدًا
Ama Allah sana indirdiği ile şahitlik eder ki onu ilmi (metodu) ile indirmiştir. Buna Melekler de şahitlik ederler. Şahit olarak Allah yeter. (Nisa 4/166)
Meallerde ayette geçen بِعِلْمِهِ (biilmihi – ilmi ile) ifadesindeki ه (hu – o) zamiri Allah’a götürülmekte ve ayetin meali “Allah, sana indirdiğini kendi ilmiyle indirmiş olduğuna şahitlik eder”[4]şeklinde veya buna yakın biçimlerde verilmektedir. Ancak bununla ayetten anlaşılan bir şey yoktur. Allah’ın kendi ilmiyle indirmiş olması ve buna şahitlik etmesi ne demektir? Daha da önemlisi Allah’ın kendi bilgisi ile indirmiş olduğu şeye Meleklerin şahit olması ne anlama gelmektedir? Burada elçimizi ve bizleri bağlayan konu nedir? Kısacası ayet bu şekilde meallendirildiğinde ne anlamamız gerektiği açık ve net değildir.
Oysaبِعِلْمِهِ (biilmihi – ilmi ile) ifadesindeki zamir, Arapça kurallarına da uygun şekilde, en yakınındaki ifadeye yani مَآ أَنزَلَ إِلَيْكَ (ma enzele ileyke – sana indirdiği şey) ifadesine götürülmelidir. Bu durumda ayetin bu bölümünün meali, “Allah sana indirdiği (şey) ile şahitlik eder ki onu (o şeyi, kitabı) ilmi (metodu) ile indirmiştir” şeklinde olur. Yani Allah, kitabı içerdiği metod ile, Allah’ın tüm kitaplarındaki “kitabı anlama ilmi” ile indirmiştir. Ayet bu şekilde anlaşıldığında birkaç ayet yukarısındaki Nisa 162. ayetle de irtibatı kurulmuş olur:[5]
لَّـكِنِ الرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ مِنْهُمْ وَالْمُؤْمِنُونَ يُؤْمِنُونَ بِمَا أُنزِلَ إِلَيكَ وَمَا أُنزِلَ مِن قَبْلِكَ وَالْمُقِيمِينَ الصَّلاَةَ وَالْمُؤْتُونَ الزَّكَاةَ وَالْمُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ أُوْلَـئِكَ سَنُؤْتِيهِمْ أَجْرًا عَظِيمًا
Fakat onlardan “bu ilimde” sağlam duruş gösteren kimseler ile müminler, sana indirilene ve senden önce indirilmiş olanlara inanır; namazı tam kılar, zekatı verir, Allah’a ve ahiret gününe inanıp güvenirler. İşte onlara büyük bir ödül vereceğiz. (Nisa 4/162)
Allah’ın indirdiği kitaplardaki metodu bilen kişiler, gelen yeni kitabın da aynı metotla indiğini görmelidirler. Ancak o zaman gelen kitabın kaynağının, kendi kitaplarının kaynağı ile aynı olduğunu anlayabilir ve ona inanabilirler. Dolayısıyla yukarıdaki ayette geçen “bu ilimde sağlam duruş gösterenler” ( الرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ) ifadesi ile önceki kitaplarda da Kur’an’da olan metodun bulunduğunu bilen uzman kişilerden bahsedilmektedir. 166. ayette de Allah, Kur’an’ın da aynı metodu içerdiğine şahitlik etmekte üstelik bu şahitliği yine Kur’an ile yapmaktadır. Yani tüm ilahi kitaplarda aynı metodun olduğu onları bilenler ve son gelen kitapla birlikte okuyanlar tarafından net bir şekilde görülür.
Nisa 166. ayetteki bu ifade (بِعِلْمِهِ (biilmihi – ilmi ile)) benzer bir şekilde Yunus Suresi’nin 39. ayetinde de karşımıza çıkmaktadır. Ayetin bağlamını gözden kaçırmamak adına 37. ayetten okumaya başlayalım:
وَمَا كَانَ هَٰذَا ٱلْقُرْءَانُ أَن يُفْتَرَىٰ مِن دُونِ ٱللَّهِ وَلَٰكِن تَصْدِيقَ ٱلَّذِى بَيْنَ يَدَيْهِ وَتَفْصِيلَ ٱلْكِتَٰبِ لَا رَيْبَ فِيهِ مِن رَّبِّ ٱلْعَٰلَمِينَ
Bu Kur’an, başkası tarafından uydurulup Allah’a mal edilmiş değildir. Aksine önceki kitapları kendinde olanla tasdik eden, o Kitapları açıklayan, içinde şüpheye yer olmayan ve varlıkların Rabbi tarafından indirilmiş olan kitaptır. (Yunus 10/37)
İlahi kitapların birbirlerini tasdik etmesinin ne kadar hayati bir önem arz ettiğini ortaya koyan ayete göre Kur’an’ın başkası tarafından uydurulmuş olmadığının delili kendisinden önceki kitapları tasdik etmesidir. Hemen ardından gelen ayette Rabbimiz, Kur’an’ın nebimiz tarafından uydurulmuş olduğu iddialarına bir meydan okumayla karşılık vermektedir:
أَمْ يَقُولُونَ ٱفْتَرَىٰهُ ۖ قُلْ فَأْتُوا۟ بِسُورَةٍ مِّثْلِهِۦ وَٱدْعُوا۟ مَنِ ٱسْتَطَعْتُم مِّن دُونِ ٱللَّهِ إِن كُنتُمْ صَٰدِقِينَ
Yoksa onu o uydurdu mu diyorlar? De ki “Allah ile aranıza koyduklarınızdan çağırabileceğiniz herkesi çağırın da onun dengi bir sure getirin. Samimiyseniz yaparsınız.” (Yunus 10/38)
Burada meydan okuma, iddia sahiplerine yani önceki kitapların mensuplarına yapılmaktadır. Zira hemen önceki ayette tasdikten bahsedilmiş ve Kur’an’ın uydurma olamayacağı önceki kitapları tasdik konusuna bağlanmıştı. Burada yeri gelmişken “sure” kavramının kullanımı ile ilgili bir kanaatimizi de belirtmek isteriz. Ayette ehl-i kitaptan sure talep edilmesi ile önceki kitaplarda bulunan ayetler kullanılarak, yeni gelen kitaptakine denk bir çerçeve yapı oluşturulması isteniyor olmalıdır. İnsanlardan “ayet” getirmeleri istenemez, çünkü ayet denilen kavramın sadece Allah kaynaklı olduğunu her insan bilmektedir. Sure getirin demekle, önceki kitaplarda bulunan ayetlerin “kur’anlar”, yani “aralarında muhkem, müteşabih ilişkisinin kurulmuş olduğu ayet kümeleri” şeklinde bir araya toplandığı, belli bir konudan bahseden bir çerçeve yapı oluşturulması isteniyor olmalıdır. Kısacası Muhammed Aleyhisselam’ın önceki kitaplardan edindiği ayetlerle böyle bir ayet devşirmesi yaptığı ve bunu Allah’a mal ederek yeni bir kitap getirdiğini söylediği iddialarına karşı Rabbimiz, öyle bir şey mümkünse bunu siz yapın da görelim şeklinde meydan okumaktadır. Nitekim devamındaki ayette kitabın ilmi yani metodundan ve bu ilmin uygulanmasında hayati önem taşıyan ayetler arası te’vil’den (ayetlerin birbirleri ile olan iç bağlamları ki bunu ancak Allah oluşturabilir[6]) bahsedilmesinin sebebi de bu olmalıdır:
بَلْ كَذَّبُوا۟ بِمَا لَمْ يُحِيطُوا۟ بِعِلْمِهِۦ وَلَمَّا يَأْتِهِمْ تَأْوِيلُهُۥ ۚ كَذَٰلِكَ كَذَّبَ ٱلَّذِينَ مِن قَبْلِهِمْ ۖ فَٱنظُرْ كَيْفَ كَانَ عَٰقِبَةُ ٱلظَّٰلِمِينَ
Aslında onlar, onun ilmini (metodunu) kavramadan, onun te’vili (ayetler arası iç bağlamı) kendilerine gelmeden yalana sarıldılar. Onlardan öncekiler de böyle yalana sarılmışlardı. Yanlışlar içindekilerin sonunun nasıl olduğunu bir düşün. (Yunus 10/39)
Ayette yalana sarılmaktan bahsedildiğine göre bunu yapan kişilerin Kitabı okuma ilmini iyi biliyor ancak bile bile yalan söylüyor olmaları gerekir. Dolayısıyla ayette metodu bilenlerden bahsedilmektedir. Ancak bu kişiler ayetler arasındaki bağlantıları görmeden dolayısıyla Kitaptaki metodu kavramadan nebimize iftira etmektedirler. Sonuç olarak burada da “onun ilmi” tamlamasıyla onun metodundan bahsedildiği son derece açıktır.
Allah’ın kitabını anlama “ilmi”ni doğru uygulayan kişiler Allah’tan başka ilah olmadığına, yani kulluğun sadece O’na yapılabileceğine şahittirler. Yani bilgileri bu derece kesin ve tatmin edicidir. Hatta bu şahitlikleri Allah ve meleklerinki ile aynı derecedir:
شَهِدَ ٱللَّهُ أَنَّهُۥ لَآ إِلَٰهَ إِلَّا هُوَ وَٱلْمَلَٰٓئِكَةُ وَأُو۟لُوا۟ ٱلْعِلْمِ قَآئِمًۢا بِٱلْقِسْطِ ۚ لَآ إِلَٰهَ إِلَّا هُوَ ٱلْعَزِيزُ ٱلْحَكِيمُ
Allah’tan başka ilah olmadığına Allah, melekler ve doğruluktan şaşmayan “ilim” sahipleri şahittir. Evet, O’ndan başka ilah yoktur. Daima üstün olan, bütün kararları doğru olan O’dur. (Al-i İmran 3/18)
Ayetin devamı yeni gelen kitabın da kendi ellerindeki gibi İslam’ı yani tek gerçek dini getirdiğini, aynı ilme (metoda) sahip olmasından anladıklarını gösteriyor. Görmezlik ettikleri şeyin Allah’ın ayetleri olması da bu söylediğimizi desteklemektedir. Çünkü ayetler arasındaki ilim yani metot görüldükten sonra onların Allah’ın ayetleri oldukları anlaşılabilir:
إِنَّ ٱلدِّينَ عِندَ ٱللَّهِ ٱلْإِسْلَٰمُ ۗ وَمَا ٱخْتَلَفَ ٱلَّذِينَ أُوتُوا۟ ٱلْكِتَٰبَ إِلَّا مِنۢ بَعْدِ مَا جَآءَهُمُ ٱلْعِلْمُ بَغْيًۢا بَيْنَهُمْ ۗ وَمَن يَكْفُرْ بِـَٔايَٰتِ ٱللَّهِ فَإِنَّ ٱللَّهَ سَرِيعُ ٱلْحِسَابِ
Allah katında din, İslam’dır. Kendilerine kitap verilenler, “bu ilim” geldikten sonra, sırf aralarındaki kıskançlık yüzünden ihtilaf çıkarırlar. Kim Allah’ın âyetlerini görmezlikten gelirse, Allah onun hesabını hızlı görür. (Al-i İmran 3/19)
Allah’ın gönderdiği tüm kitaplar aynı metoda göre okunmak zorunda olduğuna göre bir kitabın Allah katından gönderilip gönderilmediğini anlamak önceki kitapların metodunu kavramış kişiler için kolaydır. Bu kişiler için gelen elçinin gerçekten Allah’ın elçisi olmasının delili de Allah’tan geldiğini iddia ettiği kitap olmalıdır. Çünkü önceki kitaplardan dolayı Kitab’ın metodunu (ilmini) bilenler yeni kitapta da aynı metodu (ilmi) ararlar. Eğer o da aynı ilmi (metodu) içeriyorsa mutlaka Allah’ın kitabıdır ve onu tebliğ eden elçi de Allah’ın elçisi olmalıdır:
وَيَقُولُ ٱلَّذِينَ كَفَرُوا۟ لَسْتَ مُرْسَلًا ۚ قُلْ كَفَىٰ بِٱللَّهِ شَهِيدًۢا بَيْنِى وَبَيْنَكُمْ وَمَنْ عِندَهُۥ عِلْمُ ٱلْكِتَٰبِ
Ayetleri görmezlikten gelenler (kafirler): “Sen elçi olarak gönderilmiş değilsin” derler. De ki “Aramızda Allah’ın ve o Kitab’ın “ilmi”ne sahip olanların şahit olması yeter.” (Ra’d 13/43)
Yüce Allah, tüm nebilere adına İslam dediği aynı dini indirmiştir.[7] O dini hristiyanlık ve yahudilik haline getirebilmek için Allah’ın kitabını yine O’nun belirlediği metoda (ilme) göre değil, kişisel yorumlara göre okumak gerekir. Eğer nebimiz de aynı şekilde kendisine Kur’an’la öğretilen aynı metoda (ilme) değil de kendi kurgusuna uysaydı onların yaptığını yapmış olacak yani dini kendisine uydurmuş olacaktı. Kısacası hem o ilme göre Kur’an’ı okuyup hem de yahudi ve hristiyanların arzularına göre hareket etmesi mümkün değildir:
وَلَن تَرْضَىٰ عَنكَ ٱلْيَهُودُ وَلَا ٱلنَّصَٰرَىٰ حَتَّىٰ تَتَّبِعَ مِلَّتَهُمْ ۗ قُلْ إِنَّ هُدَى ٱللَّهِ هُوَ ٱلْهُدَىٰ ۗ وَلَئِنِ ٱتَّبَعْتَ أَهْوَآءَهُم بَعْدَ ٱلَّذِى جَآءَكَ مِنَ ٱلْعِلْمِ ۙ مَا لَكَ مِنَ ٱللَّهِ مِن وَلِىٍّ وَلَا نَصِيرٍ
Dinlerine uyana kadar Yahudisi de Hristiyanı da senden asla hoşlanmaz. De ki: “Doğru yol Allah’ın gösterdiği yoldur.” Sana “bu ilim” geldikten sonra tutar da onların isteklerine uyarsan, Allah’ın ne veliliğini (dostluğunu) ne de yardımını görürsün. (Bakara 2/120)
Diğer bir deyişle kitaplarını olması gerektiği şekilde okuyan ve uyan kitap ehli, nebimize ve ona indirilen kitaba inanıp uymaları gerektiğini bilirler. Zira bu kişiler de zaten yahudi ve hristiyan değil, müslim, yani Allah’ın tüm kitaplarında bildirdiğine (İslam’a) teslim olmuş (müslüman) kişilerdir ki ayetin devamı da bunu ortaya koymaktadır:
ٱلَّذِينَ ءَاتَيْنَٰهُمُ ٱلْكِتَٰبَ يَتْلُونَهُۥ حَقَّ تِلَاوَتِهِۦٓ أُو۟لَٰٓئِكَ يُؤْمِنُونَ بِهِۦ ۗ وَمَن يَكْفُرْ بِهِۦ فَأُو۟لَٰٓئِكَ هُمُ ٱلْخَٰسِرُونَ
Kendilerine verdiğimiz Kitaba hakkıyla uyanlar bu Kitaba inanırlar. Kaybedenler, bunu görmezlikten gelenlerdir. (Bakara 2/121)
Son olarak konumuzla ilgili olduğunu düşündüğümüz iki ayeti daha okumamız faydalı olacaktır. Muhammed Suresi 14. ayette iki farklı tavır sergileyen kişiler karşılaştırılmaktadır:
أَفَمَن كَانَ عَلَىٰ بَيِّنَةٍ مِّن رَّبِّهِۦ كَمَن زُيِّنَ لَهُۥ سُوٓءُ عَمَلِهِۦ وَٱتَّبَعُوٓا۟ أَهْوَآءَهُم
Rabbinden gelen açık bir belgeye dayanan kişi, yaptığı kötülükler kendine güzel görünen kişi gibi olur mu? Onlar kendi keyiflerine göre davranırlar. (Muhammed 47/14)
Surenin 16. ayetinde ise bu kişilerin davranışları detaylandırılarak şöyle buyrulmaktadır:
وَمِنْهُم مَّن يَسْتَمِعُ إِلَيْكَ حَتَّىٰٓ إِذَا خَرَجُوا۟ مِنْ عِندِكَ قَالُوا۟ لِلَّذِينَ أُوتُوا۟ ٱلْعِلْمَ مَاذَا قَالَ ءَانِفًا ۚ أُو۟لَٰٓئِكَ ٱلَّذِينَ طَبَعَ ٱللَّهُ عَلَىٰ قُلُوبِهِمْ وَٱتَّبَعُوٓا۟ أَهْوَآءَهُمْ
İçlerinde seni dinleyenler var. Onlar senin yanından çıkınca, “o ilme” sahip olanlara: “Az önce ne dedi?” diye sorarlar. Sanki Allah onların kalplerini mühürlemiş de duygularına esir olmuşlardır. (Muhammed 47/16)
Bu ayette konu edilen ve alaycı bir biçimde Rasulullah’ı dinleyen kişiler 14. ayetteki kötü işleri kendilerine güzel görünen kişiler olmalıdır. O ilme sahip olan kişiler ise yine 14. ayetteki Rablerinden gelen açık bir belgeye dayanan kişiler olmalıdırlar. Ayette bu kişiler için “ilme” sahip olanlar denmesi dikkat çekicidir. Çünkü kendilerine gelen açık belgeyi ancak kitabı anlama ilmi sayesinde görmüş olmaları gerekir. Onlarla alay edenlerse gerçeği gördükleri halde ilim sahiplerine “az önce ne dedi” diyenlerdir. Bu kişilerin kalplerinin mühürlenmiş gibi davranmalarının sebebi, ilim sahiplerinin kendilerine konuyu metoda dayalı olarak anlatmış olmalarına rağmen hevalarına (duygularına) uyarak gerçeği görmek istememeleri olmalıdır. Elbette Allah en doğrusunu bilir.
İlim kelimesini de oluşturan ع ل م kök harflerinden oluşan kelimeler Kur’an’da 728 ayette 854 kez geçmektedir. Bunlar içerisinde Kur’an’ı anlama ilmi anlamında terim olarak kullanılanlara dair tesbit ettiklerimiz her geçen gün artmakta ve bizlere konunun farklı boyutlarına dair bilgimizi artıracak şekilde detay vermektedir. Çalışmalarımızı bu yönde sürdürdüğümüz sürece bu konuda yazılması ve söylenmesi gerekenler çoğalacaktır. Bu da Kur’an’ın Allah’ın kitabı olduğunun delillerinden bir diğeridir.
Erdem Uygan
[1]Kitap ve Hikmet Dergisi Sayı 11, Ekim-Aralık 2015 – Süleymaniye Vakfı Yayınları
[2]Ayrıca bkz: Bakara 2/129, 151 – Al-i İmran 3/48, 164
[3]Kelime ile ilgili kapsamlı bir çalışma için bkz: Tasdik, Tebyin ve Nesih – Dr. Fatih Orum, Süleymaniye Vakfı Yayınları, 2016, s: 179.
[4]Diyanet İşleri Başkanlığı meali
[5]Nisa 162. ayet, dergimizin 14. sayısındaki yazımızda detaylı olarak ele alınmıştı.
[6]Al-i İmran 3/7. ayet ve ayetin 14. sayımızdaki yazımızda ele alınışına bakınız!
[7]Al-i İmran 3/83-85
İlgili Yazılar
-
KUR’ÂN’DA SALAT KAVRAMI
1 Mart, 2024 -
TASDİK KONUSU VE ÖNCEKİ KİTAPLAR HAKKINDA ÖZET
27 Şubat, 2024 -
Tefsirciler Nasıl Tarihselci Oldu?
1 Şubat, 2024 -
ŞAH DAMARI
15 Ağustos, 2023 -
GÖKLERE YOLCULUK İSRÂ VE MİRÂC
10 Ağustos, 2023 -
İKTİSADİ GELİŞME VE ZEKÂT
13 Haziran, 2023 -
CENNETTE HURİLER
23 Ocak, 2023 -
YOLCULUKTA VE KORKU HALİNDE NAMAZ
23 Şubat, 2022 -
KİTAP VE SÜNNET Mİ? KİTAP VE HİKMET Mİ?
10 Şubat, 2022 -
Ölüme Hazırlık
8 Haziran, 2021