Kutlu Doğum Haftası Etkinlikleri

KUTLAMALARIN TARİHÇESİ

Son yıllarda ülkemizde 14-20 Nisan tarihleri arası Kutlu Doğum Haftası olarak kutlanmaktadır.[1] Fakat bu tarih, 2008 yılından beri böyle olup adı geçen hafta, 2008 yılına kadar 16-22 Nisan veya 20-26 Nisan günleri arasında kutlanmaktaydı. 2008 yılından itibaren geçerli olmak üzere yapılan bu tarih değişikliğinin sebebi, Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından “Bazı kimselerin bu kutlamaları 23 Nisan’a alternatif olarak görmeleri” şeklinde açıklanmıştır. Basına da yansıyan açıklamanın ilgili kısmı şöyledir:

“Bu haftanın önceki yıllarda 20-26, 16-22 Nisan gibi tarihlerde yapılmasının, Milli Bayramımız olan 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’na alternatif kutlama olarak gösterilmesi gibi hiç de doğru olmayan bazı değerlendirmelere yol açması veya böyle algılanmayı besleyen bazı tedahüllerin bulunduğunun görülmesi üzerine, Başkanlığımızca etkinliklerin il ve ilçelerde mülki amirlerin onayı dahilinde, müftülerin başkanlık ettiği komitelerin yönetiminde ve Başkanlığın ilgili genelgelerine uygun olarak 14-20 Nisan tarihleri arasında yapılması ve bu tarihlerin dışına taşınmaması karar altına alınmıştır.”[2]

Açıklamadan da anlaşılacağı üzere Diyanet İşleri Başkanlığı, kamuoyunda oluşan/oluşturulan ve kendi ifadeleri ile “hiç de doğru olmayan bazı değerlendirmeleri” bertaraf etmek için 2008 yılında 14-20 Nisan arasını Kutlu Doğum Haftası olarak ilan etmiş olup o günden beri de kutlamalar aynı tarihlerde yapılmaktadır.

Daha da eskilere bakıldığında Kutlu Doğum Haftası’nın, Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından ilk olarak 1989 yılında Kameri Takvim esas alınarak kutlanmaya başladığı görülmektedir. Hz. Peygamber’in doğumu, 1989 yılına kadar sadece Rebîu’l-Evvel ayının 12. gecesinde, yani gelenekte bilinen adıyla Mevlid Kandili’nde kutlanıyordu. 1994 yılından itibaren ise miladi 20 Nisan tarihi esas alınarak birtakım etkinlikler düzenlenmektedir. (Son dönem İslam âlimlerinden Muhammed Hamidullah, Cahiliye Araplarında carî olan nesî [Arapların bazı amaçlarla ayların yerini değiştirmesi] uygulamasını göz önüne alarak yaptığı hesaplamada Peygamberimizin doğum tarihini miladi 17 Haziran 569 Pazartesi [hicretten önce 53. yılın 12 Rebîu’l-Evvel’i] olarak tespit etmiştir. Yani yaygın olarak bilinen şekliyle 20 Nisan 571 değil! Bunu da ilave bir bilgi olarak bir köşeye not edebiliriz.[3])

Hz. Peygamber’in doğumu için düzenlenen kutlu doğum etkinliklerinin yanı sıra Mevlid Kandili’nde yani kameri takvime göre Rebîu’l-Evvel ayının 12. gecesinde ayrı bir kutlama da devam ediyor haliyle. Tabii bu arada Peygamberimiz sallallâhu aleyhi ve sellem, Ashâb-ı Kirâm, Emevîler ve Abbâsîler dönemlerinde herhangi bir kutlama örneğine rastlanmayan Mevlid Kandili’nin ilk defa hicretten yaklaşık üç yüz elli yıl kadar sonra Mısır’da, Şii Fâtimî Devleti döneminde (Muiz-Lîdinillâh devri, 972-975’li yıllar) kutlanmaya başlandığını da hatırlatmak isteriz.[4]

Görüldüğü gibi Kutlu Doğum Haftası etkinlikleri Türkiye’de son yıllarda ortaya çıkan, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın başlattığı ve organize ettiği “sosyal” bir faaliyettir. Kutlamalara ilk planda bu gözle bakılmasında büyük fayda vardır. Yoksa Kutlu Doğum Haftası, dinen mübarek/kutsal sayılmış ve tavsiye edilmiş bir hafta değildir! Bu hafta hakkında hiçbir ayet veya hadis bulunmamaktadır; diğer haftalarda olmayıp sadece bu haftaya özel herhangi bir ibadet çeşidi de yoktur!

Bunun yanı sıra Peygamberimizin her yıl Rebîu’l-Evvel ayının 12. günü geldiğinde kendi doğum gününü kutladığı görülmemiş, duyulmamış, ailesi ve ashabı da -gerek o, hayatta iken gerekse vefatından sonra- O’nun doğum gününü kutlamamışlar, o güne özel herhangi bir faaliyette bulunmamışlardır. Hulefâ-i Râşidîn ve Tâbiîn dönemlerinde de bu şekilde bir kutlama örneğine rastlanmamıştır. Yukarıda da değinildiği gibi Hz. Peygamber’in doğum günü kutlamalarının ortaya çıkış tarihi, hicretten yaklaşık 350 yıl kadar sonrasına denk gelmektedir.

KUTLAMALAR BİD’AT MI?

Kutlu Doğum Haftası yaklaştıkça bu etkinlikleri nasıl değerlendirdiğimizi soran dostlarımız var. Bu konuda esas merak ettikleri ise bu kutlamaların kandil gecelerinde olduğu gibi “bid’at” kapsamına girip girmeyeceği. Bununla alakalı olarak şunları söyleyebiliriz:

Öncelikle şunu ifade etmeliyiz ki kandil geceleri ile bu etkinlikler arasında bariz bir fark var. Şöyle ki: Kandiller halk arasında basbayağı dinin bir emri veya tavsiyesi olarak algılanıyor. Bu gecelere özel birtakım ibadetler (namazlar, tesbihler, zikirler) olduğuna inanılıyor. Bizzat Diyanet İşleri Başkanlığı eliyle ve birçok hoca efendi tarafından vaazlarda, hutbelerde, yazılı ve görsel basında kandil gecelerinin önemine dair yayınlar yapılıyor, çeşitli mesajlar veriliyor, bu gecelerde neler yapılması gerektiği maddeler halinde sıralanıyor ve buna dair (olmayan) hadisler rivayet ediliyor! Fakat gördüğümüz kadarıyla Kutlu Doğum Haftası’na henüz böyle dini bir kisve giydirilmiş değil. En azından bu haftaya özel bazı ibadetlerin olduğu söylenmiyor. Hatta takip edebildiğimiz kadarıyla takvimlerde yer alan “Dini Gün ve Geceler” listesinde de henüz bu haftaya yer verilmiş değil. Bu yüzden bu kutlamalara teknik manada bid’at denilemeyeceğini düşünüyoruz. Zira bir şeye bid’at denilebilmesi için bunun mutlak manada bir yenilik değil; dinin iman veya ibadet alanı ile ilgili bir yenilik olması gerekir. Çünkü bid’at: “Hz. Peygamber döneminde görülmeyip onunla amel edilmeyen, bir benzeri olmayan ve İslam’dan olmadığı halde sonradan ortaya çıkan; ama ibadet kabul edilen görüş ve amellere” verilen isimdir.[5] Kutlu Doğum Haftası ise muhtelif konular çerçevesinde düzenlenen konferans, sempozyum, panel, TV programları vs. gibi sosyal etkinliklerden ibarettir. Çeşitli alanlarda düzenlenen konferanslar, sempozyumlar vs. nasıl bid’at kapsamına girmiyorsa bu etkinliklerin de aynı kapsamda değerlendirilmesi ve bid’at olarak görülmemesi gerekir.

Fakat bunları söylerken hiçbir şekilde kaygılanmıyor da değiliz. Zira kandil gecelerinin de ilk başlarda buna benzer amaçlarla ortaya çıkarılmış olabileceği, uzun yıllar geçtikten sonra Kutlu Doğum Haftası’nın da halk nezdinde tıpkı kandil geceleri gibi dinin bir emri veya tavsiyesi olarak algılanabileceği pekâlâ düşünebilir. Eğer yarın bir gün bu hafta da tıpkı kandil geceleri gibi halk tarafından kutsal kabul edilmeye başlanır ve bu haftaya özel ibadetler ortaya çıkarılırsa o zaman bunun da bid’at kapsamına gireceği noktasında herhangi bir şüphe kalmayacaktır. Tarihî ve ilmî bir sorumluluk olarak bu süreçte bizlere düşen görev; her fırsatta bu haftanın dinin bir emri veya tavsiyesi olmadığını, sadece sosyal etkinliklerden ibaret olduğunu, bu haftaya özel herhangi bir ibadet bulunmadığını söylemek ve hatırlatmaktır. Buna dikkat ettikten sonra Hz. Peygamber’i; onun hayatını, örnekliğini, davasını ve mücadelesini anlatan çeşitli programlar düzenlemenin dinen herhangi sakıncası yoktur. Aksine, bu tür programların sadece bir haftalık bir zaman dilimine hapsedilmemesi, bütün bir yıla yayılması da son derece faydalı olacaktır.

NELER YAPILMALI?

Yalnız şu gerçeğin de asla göz ardı edilmemesi gerekmektedir: Bu etkinliklerde dikkat edilmesi gereken esas nokta, Hz. Peygamber’in doğru bir şekilde tanıtılmasıdır. Fakat Kutlu Doğum Haftası etkinliklerinde Hz. Peygamber’in hayatı anlatılırken genelde bir aşırıya kaçma eğiliminin mevcut olduğunu üzülerek müşahede ediyoruz. Ve üstelik bu, “Peygamber sevgisi” kılıfıyla örtbas edilmeye çalışılmakta, bu noktada uyarı görevini yapanlar “Peygamber düşmanı!” gibi son derece ağır ve haksız bir etiket ile yaftalanmaktadırlar. Evet, Allah’ı ve Resûlünü sevmek imanımızın bir gereğidir, onlar bize her şeyimizden daha sevimli olmak zorundadırlar.[6] Fakat dinimiz her şeyde olduğu gibi sevgi konusunda da aşırılık eğilimlerini tasvip etmemiş, aksine kınamıştır. “İnsan sevdiğini yüceltir” mantığı, bir yerde son bulmak zorundadır. Aksi halde bu konuda Müslümanların yaptıklarının Hristiyanların Hz. İsa’ya yaptıklarından herhangi bir farkı kalmayacaktır! Onlar İsa aleyhisselamı o kadar çok sevdiklerini iddia ettiler ki önce onun insan olmayacağını düşündüler ve ardından Allah’ın oğlu ve sonunda da -hâşâ- tanrı ilan ettiler! Bu yüzden Peygamberimiz aşırı sevgi tezahürleri konusundaki tehlikeyi önceden sezmiş ve ümmetini bu konuda şöyle uyarmıştır:

“Hıristiyanların Meryem oğlu İsa’yı aşırı surette methettikleri gibi, sakın sizler de beni methederken aşırı gitmeyiniz. Şüphesiz ki ben sadece bir ku­lum. Onun için bana (sadece) Allah’ın kulu ve resûlü deyiniz.”[7]

“Ey insanlar! Allah’tan korkun. Sakın şeytan sizi aldatmasın. Ben Abdullah’ın oğlu Muhammed’im. Allah’ın kulu ve resulüyüm. Allah’a yemin ederim ki beni, Allah’ın bana verdiği makamın üstüne çıkarmanızı sevmiyorum.”[8]

Dolayısıyla Hz. Peygamber’i tanıtırken aşırıya kaçmamak, bizzat kendisinin de bizden istediği gibi O’nu, Allah’ın O’na verdiği makamın üstüne çıkarmamak gerekir. O’nu sevmenin gereği budur. O, “Şüphesiz sen, pek yüce bir ahlaka sahipsin.”[9] ilahi hitabına mazhar olmuş ve en büyük pâyeyi Allah’a “kul” ve “resûl” olarak zaten almıştır. Buradan hareketle bu gibi programlarda O’nun doğumundan, doğumunda meydana geldiği iddia edilen olağanüstü olaylardan vs. değil de -vahiy alması haricinde- O’nun da bizim gibi bir beşer olduğundan, tam da bu yüzden Allah Teâlâ tarafından bizlere örnek (üsve-i hasene)[10] gösterildiğinden, risâletinden/elçiliğinden ve hayat mücadelesinden bahsetmek daha doğru olacaktır.

Bunun yanı sıra Hz. Peygamber’in siyeri yani hayatı, hayatının her anı, biz Müslümanlar için tabii ki önemlidir ve öğrenilmelidir. Fakat her meselede olduğu gibi bunda da sahih/güvenilir bilgilere ihtiyacımız vardır. Dolayısıyla siyer kitapları konusunda oldukça dikkatli ve seçici olmak zorundayız. Bu cümlelerden sonra doğal olarak “Peki, hangi siyer kitabını okumalıyız?” sorusu akla geliyor.

SİYER KİTAPLARI

Hangi siyer kitabının okunması gerektiği sorusunun tek bir cevabı yok kanaatimizce. Fakat yine de karşılaştırmalı okumalar yapmak isteyenler için birkaç siyer kitabı tavsiye edebiliriz. Bunlar sırasıyla şöyle:

1. İbrahim Sarıçam: Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı (Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları)

2. Mehmet Azimli: Siyeri Farklı Okumak (Ankara Okulu Yayınları)

3. İzzet Derveze: Kur’an’a Göre Hz. Muhammed’in Hayatı (Düşün Yayıncılık)

4. Muhammed Hamidullah:İslam Peygamberi (2 cilt, İrfan Yayınları)

Şunu da unutmamak lazımdır ki bunlar siyer kitaplarıdır, yazarları da bizim gibi insandır. Haliyle hatadan da münezzeh değillerdir. Bu kitapların her birinde birtakım yanlışların olması, gayet doğal ve normal karşılanmalı, bu bilinçle okumalar yapılmalıdır. Fakat bunların ötesinde Hz. Peygamber’in bir bütün olarak davasını, mücadelesini her türlü hatadan münezzeh bir şekilde okumak isteyenlerin yegâne başvuru mercii Allah’ın kitabı Kur’an-ı Kerim’dir. İçine tek bir harf dahi olsun kul kelamı karışmamış “gerçek bir siyer kitabı” okumak isteyenler mutlaka ama mutlaka Kur’an-ı Kerim okumak durumundadırlar.

Yahya Şenol

Fetva.net Editörü

twitter.com/senolyahya

YAYIMLANDIĞI YER: Kitap ve Hikmet Dergisi, Nisan-Haziran 2014, Sayı: 5, s: 24-27.

http://www.cerideiilmiyye.org/wp-content/uploads/2018/06/yahya-senol-5-sayi-kutlu-dogum-haftasi.pdf

____________________________________________________


[1] Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından 2017 yılında tarihlerde yine bir değişikliğe gidilmiştir. 29 Kasım 2017 tarihli ve 30255 sayılı Resmi Gazete’de “Kutlu Doğum Haftası İle Camiler Ve Din Görevlileri Haftasını Kutlama Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik” yayımlanmış ve şu hususlara yer verilmiştir:

MADDE 1 –13/2/2010 tarihli ve 27492 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan Kutlu Doğum Haftası ile Camiler ve Din Görevlileri Haftasını Kutlama Yönetmeliğinin adı “Mevlid-i Nebi Haftası ile Camiler ve Din Görevlileri Haftası Kutlama Yönetmeliği” şeklinde değiştirilmiştir.

MADDE 2 – Aynı Yönetmelikte yer alan “Kutlu Doğum” ibareleri “Mevlid-i Nebi” şeklinde değiştirilmiştir.

MADDE 3 – Aynı Yönetmeliğin 5 inci maddesinin birinci fıkrasında yer alan “14-20 Nisan tarihleri Kutlu Doğum Haftası, 01-07 Ekim tarihleri” ibaresi “Rebîu’l-Evvel ayının onikinci günü başlangıç kabul edilerek Mevlid-i Nebi Haftası; 01-07 Ekim tarihleri ise” olarak değiştirilmiştir.

[2] Diyanet’in bu gerekçe ile kutlama programını değiştirdiğine dair açıklamasını okumak için lütfen bkz: http://yenisafak.com.tr/Gundem/?i=108099. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın resmi web sitesinde yayımlanmakta olan 28.04.2009 tarihli basın açıklamasında da aynı husus vurgulanmıştır. Bkz: http://diyanet.gov.tr/tr/icerik/basin-aciklamasi-kutlu-dogum/5835.

[3] Bkz: Muhammad Hamidullah, İslam Peygamberi, Çev: Salih Tuğ, Yeni Şafak Gazetesi Kültür Armağanı, Ankara, 2003, c: 1, s: 39, paragraf no: 70, c: 2, s: 788-789, paragraf no: 1290, 1297. Hamidullah, Hz. Peygamber’in doğum tarihi ile ilgili olarak İslam tarihçileri tarafından ileri sürülen 7 Haziran 569 Cuma, 13 Haziran 569 Perşembe ve 15 Haziran 569 Cumartesi tarihlerine de yer vermiştir. 20 Nisan 571 Pazartesi tarihi ise Astronomi âlimi Mahmud Paşa el-Felekî tarafından Hz. Peygamber’in oğlu İbrahim’in vefatı esnasında meydana gelen güneş tutulmasından hareketle tespit edilmiştir. Bkz: Mustafa Fayda, “Muhammed”, Diyanet İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul, 2005, c: 30, s: 409.

[4] Ahmet Özel, “Mevlid”, DİA, Ankara, 2004, c. 29, s. 475.

[5] M. Sait Şimşek, “Bid’at”, Şamil İslam Ansiklopedisi, Şamil Yayınevi, İstanbul, 2000, c: 1, s: 315. Bid’at kelimesini “Hz. Peygamber’den sonra ortaya çıkan her şey” şeklinde geniş manada tarif edenler de olmuştur. Bu tarifi benimseyen âlimler, Hz. Peygamber’in bid’atı reddeden hadisleriyle her devirde günlük hayata girmesi zorunlu bulunan yenilikleri bağdaştırmanın yegâne yolu olarak onu bid’at-ı hasene (iyi, güzel bid’at) ve bid’at-ı seyyie (kötü bid’at) olarak ikiye ayırmışlardır. Fakat bid’atı “Sonradan ortaya konan dini görünümlü yol” şeklinde tarif eden İmam Şâtıbî’nin de isabetle belirttiği gibi, dînî görünümlü olmayan, dînî olarak telakki edilmeyen hususlar bid’at sayılmaz. Zaten bid’atı dar anlamda tarif eden ulemâ da dinle ilgisi olmayan ve dini bir mahiyeti bulunmayan şeylerin bid’at sayılmayacağını, bu açıdan örf ve âdet türünden olan davranışların bidât kavramının dışında kalacağını söylemişlerdir ki bizce de doğrusu budur. Bid’at’ın farklı tarifleri ve kapsamı hakkında daha geniş bilgi için bkz: Rahmi Yaran, “Bid’at”, DİA, İstanbul, 1992, c: 6, s: 130.

[6] Bu konuda bir ayet-i kerime şöyledir: “De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah’tan, Resûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidayete erdirmez.” (Tevbe, 9/24) Resûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem de şöyle buyurmuştur: “Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki hiçbiriniz, ben ken­disine babasından da, evlâdından da daha sevgili olmadıkça (kemâ­liyle) îmân etmiş olmaz.” (Buhârî, İmân, 7)

[7] Buhârî, Enbiyâ, 48.

[8] Ahmed b. Hanbel, 3/153, 241, 4/25.

[9] Kalem, 68/4.

[10] “Ey iman edenler! And olsun ki, sizin için, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok anan kimseler için Allah’ın Elçisi en güzel örnektir.” (Ahzâb, 33/21)