Yazar Hakkında
Abdulaziz Bayındır
İnsan ve Varlıklar Alemi
İnsan, varlıklar âleminin bir parçasıdır. Ancak bilim üreten, medeniyetler kuran yahut bunları yakıp yıkan ve çevreyi bozabilen tek varlıktır. Bu sebeple varlıklar âlemi içinde insanın konumu önemlidir. Bu yazı, bu konuda küçük bir denemedir.
Kadının ve Erkeğin Yaratılışı
Elimizdeki Tevrat’a göre kadın, erkeğin kaburga kemiğinden yaratılmıştır.
“RAB Tanrı Âdem’e derin bir uyku verdi. Âdem uyurken, RAB Tanrı onun kaburga kemiklerinden birini alıp yerini etle kapadı. Âdem’den aldığı kaburga kemiğinden bir kadın yaratarak onu Âdem’e getirdi. Âdem, «İşte, bu benim kemiklerimden alınmış kemik, etimden alınmış ettir» dedi, «Ona Kadın denilecek, Çünkü o adamdan alındı.» (Yaratılış 1/21-23)”
Tevrat ve İncil’de yer alan bazı şeyler bize hadis olarak geçmiştir. Ebu Hureyre’den gelen şöyle bir rivayet vardır:
“Allah’ın Elçisi sallâllahu aleyhi ve sellem dedi ki: “Kadınlara karşı görevinizi yerine getirin; çünkü kadın kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Kaburganın en eğri yeri üstüdür. Onu düzeltmeye çalışırsan kırarsın; bırakırsan eğri kalır. Siz kadınlara karşı görevinizi yerine getirin.” (Müslim, Rada’ 60 – 1468)
Kur’ân, bu konuda Tevrat’ı onaylamadığı[1]için bu söz Nebîmize ait olamaz.
Erkek neden yaratılmışsa kadın da ondan yaratılmıştır. Allah Teâlâ şöyle demiştir:
يَاأَيُّهَاالنَّاسُاتَّقُواْرَبَّكُمُالَّذِيخَلَقَكُممِّننَّفْسٍوَاحِدَةٍوَخَلَقَمِنْهَازَوْجَهَاوَبَثَّمِنْهُمَارِجَالاًكَثِيرًاوَنِسَاء…
“Ey İnsanlar! Rabbinizden çekinip korunun; o sizi (babanız Âdem’i) bir tek nefisten yarattı. Eşini de o nefisten yarattı ve o ikisinden pek çok erkek ve kadını yeryüzüne yaydı.” (Nisa 4/1)
Ayetteki “Sizi” ifadesiyle kast edilen Âdem’dir. Bizler sırf ondan değil, onun ve eşinin soyundan olduğumuz için âyet başka şekilde anlaşılamaz.
Aşağıdaki âyet, Âdem’in ve eşinin yaratıldığı nefsin ne olduğunu açıklamaktadır.
إِنَّا خَلَقْنَا الْإِنْسَانَ مِنْ نُطْفَةٍ أَمْشَاجٍ
“Biz insanı “nutfetun emşâc/ çok bileşenli döllenmiş yumurtadan yarattık…” (İnsan 76/1-2)
Nutfe az su, çocuğu oluşturan şey[2]; emşâc, karışımlar anlamına gelir[3]. Arapçada çoğul, en az üçtür. Dolayısıyla nutfetun emşâc ; üç veya daha fazla karışımı olan sıvıdır. Bir âyet şöyledir:
وَلَقَدْخَلَقْنَاالْإِنسَانَمِنسُلَالَةٍمِّنطِينٍ
İnsanı çamurundan oluşan bir özden yarattık. (Müminûn 23/12)
İnsanın bütün gıdası çamurdan, yani su ile toprağın birleşmesinden oluşur. Dolayısıyla yumurta ve spermin kaynağı da çamurdur. Ayetin devamı şöyledir:
ثُمَّجَعَلْنَاهُنُطْفَةًفِيقَرَارٍمَّكِينٍ
Sonra onu, bir karar-ı mekînde nutfe haline getirdik. (Müminûn 23/13)
Nufeye genellikler erkeğin suyu anlamı verilir. O su, karar-I mekînde nutfe haline geldiği için bu anlam doğru değildir. Karar, kalınabilecek rahat yere denir[4]. O su, yerinde durmaz, ondan dolayı erkek, eşiyle ilişkiye girmek ister. Mekîn ise bir şeyin üzerinde gücü ve etkisi olan şeydir[5]. Öyleyse nutfenin oluştuğu yer, hem kalmasına imkân veren hem de oluşmasına etki eden yerdir. O yer, ana rahmidir. Ana rahminde ilk oluşan nutfe, döllenmiş yumurtadan başkası değildir. Orası, erkeğin spermi ile kadının yumurtasının nutfeye dönüşeceği, değişeceği, gelişeceği ve dünyada yaşayabilecek bir insan haline geleceği yerdir.
Su damlasına benzeyen inciye nutafa نُطَفةٌ[6]denir. Döllenmiş yumurta da saf inciye benzer. Böyelce Kur’an, nutfenin görüntüsüne bile işaret etmiş olur.
Şu âyet, Havva’nın, Âdem’den sonra yaratıldığını bildirmektedir:
خلقكم من نفس واحدة ثم جعل منهازوجها
“Sizi (Âdem’i) bir tek nefisten yarattı. Sonra o nefisten onun eşini oluşturdu.”(Zümer 39/6)
Altı âyette insanın topraktan yaratıldığı bildirilmiştir.[8] Çünkü toprak insanın ana maddesidir ve ana rahmi tohumun ekildiği tarla gibidir. İlgili ayet şöyledir:
نِسَاؤُكُمْ حَرْثٌ لَكُمْ
“Kadınlarınız sizin için ekim yeridir.” (Bakara 2/223)
İnsanın oluşması, bitkinin oluşmasına benzetilmiştir.
وَاللَّهُ أَنْبَتَكُمْ مِنَ الْأَرْضِ نَبَاتً
“Allah sizi yerden bir bitki gibi bitirmiştir.”(Nuh 71/17)
Ölçülerin ve cinsiyetin oluşması
Şu âyet, insana ait ölçülerin ve cinsiyetin nutfe halinde iken belirlendiğini gösterir:
وَأَنَّهُ خَلَقَ الزَّوْجَيْنِ الذَّكَرَ وَالْأُنثَى .مِن نُّطْفَةٍ إِذَا تُمْنَى .
“İki eşi, erkeği ve dişiyi, ölçüyü koyduğu sırada nutfeden yaratmıştır”(Necm 53/45-46)
Nutfenin döllenmiş yumurta olduğu kesinleşince âyetteki إِذَاتُمْنَى’ya “ölçüsü konduğu zaman” anlamını vermek gerekir. Çünkü تُمْنَى(tümnâ) مني(menâ) kökünden olup bir şeyin ölçüsünü koyma ve o ölçüyü geçerli kılma[9] anlamına gelir. Ölçüler nutfe halinde iken konduğuna göre bu âyet, nutfeye neden nefis dendiğini de gösterir. Nefis, canlı bedendir. Nutfeye nefis denmesi, onun; bu safhadan itibaren canlı bedene ait özellikleri taşıdığının delilidir.
İnsana ait bütün ölçülerin ana rahminde oluştuğunu gösteren diğer âyet şudur:
هُوَ الَّذِي يُصَوِّرُكُمْ فِي الأَرْحَامِ كَيْفَ يَشَاء لاَ إِلَـهَ إِلاَّ هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ
“Analarınızın rahminde size tercih ettiği biçimde şekil veren odur. Ondan başka ilah yoktur. O güçlüdür, doğru karar verir.”(Al-i İmran 3/6)
Kardeş evliliği ve sünnetullah
İnsanlığın aynı ana babanın soyundan olduğu açıktır. Şu âyeti tekrar düşünelim:
“Ey İnsanlar! Rabbinizden çekinip korunun; o sizi (babanız Âdem’i) bir tek nefisten yarattı. Eşini de o nefisten yarattı ve o ikisinden pek çok erkek ve kadını yeryüzüne yaydı.” (Nisa 4/1)
Böyle olduğu için başlangıçta kardeşlerin birbiriyle evlenmiş olması gerekir. Bu sebeple birçok kimse, sünnetulah’ın değişmeyeceğine dair âyetleri delil göstererek bunun böyle olmasının mümkün olmayacağını iddia etmektedir. Sünnetullah kavramının geçtiği âyetlere bakılırsa Allah’ın koyduğu tabiat kanunlarından bahsetmediği, o kavram ile kastedilenin, Allah’ın elçi gönderdiği toplumlarda uyguladığı kanunlar olduğu açıkça görülür[10]. Yoksa nesih diye bir şey olmazdı. Çünkü Allah Teâlâ, daha önce koyduğu bazı hükümleri daha iyisiyle değiştirmiştir[11]. Nitekim eski dinlerden Zerdüştlerde kardeşlerin birbiriyle evlenmesi yasak değildi.
İsa Aleyhisselamın Yaratılışı
İsa’nın yaratılışı, Âdem aleyhisselamın yaratılışına benzetilmiştir. İlgili âyet şöyledir:
“Allah katında İsa’nın durumu, tıpkı Âdem’in durumu gibidir. Topraktan yarattı; sonra ona “ol” dedi; o da oluverdi.”(Al-i İmran 3/59)
Allah Teâlâ’nın “ol” emriyle toprağın içinde erkek ve dişi hücreler birleşip döllenme olmuş ve Âdem , bir yer altı bitkisi gibi oluşmaya başlamıştır. Allah, “ol” emrini, İsa aleyhisselam için de vermiştir. İlgili âyet şöyledir:
(Melekler bir erkek çocuğu müjdesi verince) Meryem şöyle demişti: “Rabbim, benim nasıl çocuğum olabilir; bana erkek eli değmedi ki? “Bu olacaktır; Allah tercih ettiği şeyi yaratır. Bir işe karar verdi mi ona, sadece “ol” der, o şey oluşur.” dedi. (Al-i İmran 3/47)
“Ol” emri, Allah’ın sözüdür. İsa aleyhisselama “Allah’ın sözü / kelimesi” denmesi bundandır. Allah’ın “ol” emri olmadan hiçbir şey oluşamayacağı için o emir, bizim oluşumumuzu da başlatan emirdir. İlgili âyetlerden biri şudur:
إِنَّمَا أَمْرُهُ إِذَا أَرَادَ شَيْئًا أَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ
“Bir şeyi var etmek isterse onun için sadece “ol” emrini verir, o da oluşur.”(Yasin 36/82)
Bu emrin verilmesinden sonra İsa, Meryem’in rahminde saksıda yetişen yer altı bitkisi gibi oluşmuştur. Nitekim Meryem anamızın vücudu buna uygun biçime getirilmiştir.
وَأَنبَتَهَا نَبَاتًا حَسَنًا
“Rabbi (Sahibi), Meryem’i güzel bir bitki gibi yetiştirdi.” (Al-i İmran 3/37)
Meryem’de oluşan farklı yapıyı şu iki âyetten öğreniyoruz:
وَالَّتِي أَحْصَنَتْ فَرْجَهَا فَنَفَخْنَا فِيهَا مِنْ رُوحِنَا
“Namusunu koruyan Meryem’e ruhumuzdan üflemiştik.” (Enbiya 21/91)
وَمَرْيَمَ ابْنَتَ عِمْرَانَ الَّتِي أَحْصَنَتْ فَرْجَهَا فَنَفَخْنَا فِيهِ مِنْ رُوحِنَا
“Namusunu koruyan İmran kızı Meryem’e ruhumuzdan üflemiştik. (Tahrîm 66/12)
İlk âyette (فنفخنافيها) Meryem’i gösteren zamir, dişiler için kullanılan (hâ=ها) iken, ikincisinde (فنفخنافيه) erkekler için olan (hû=ه) kullanılmıştır. Bu durum, yalnız Meryem’de olan özelliği; vücudunun yumurta ve sperm üretme özelliğini gösterir. Bazı bitkilerde bu özellik vardır.
Aynı bitkide bulunan erkek ve dişi organlar
Enbiya 91. Ayette şu ifadeler de yer alır:
وَجَعَلْنَاهَا وَابْنَهَا آيَةً لِلْعَالَمِينَ
“Meryem’i ve oğlunu, âlemler için bir belge yaptık.” (Enbiya 21/91)
İsa ve annesi, yeniden diriliş biliminin belgeleridir. Onu da şu âyetten öğreniyoruz:
وَإِنَّهُ لَعِلْمٌ لِلسَّاعَةِ
“Bakın; İsa örneği, kıyamet saati için bir bilimdir.”(Zuhruf 43/61)
Yeniden yaratılışta insanlar, toprağın içinde bir patates, bir yerelması gibi oluşacaklardır. Âdem’in anası-babası toprak, İsa’nınki Meryem’dir.
Ölen insanın tüm vücudu çürür ama bütün özelliklerini taşıyan bir parçacığı kalır ve o parçacık, zamanı gelince tohum gibi toprağın içinde gelişir. Allah Teâlâ şöyle demiştir:
أَئِذَا مِتْنَا وَكُنَّا تُرَابًا ذَلِكَ رَجْعٌ بَعِيدٌ .قَدْ عَلِمْنَا مَا تَنقُصُ الْأَرْضُ مِنْهُمْ وَعِندَنَا كِتَابٌ حَفِيظٌ
“İnanmayanlar şöyle derler: “Ölüp toprak haline geldikten sonra tekrar geri dönmek, öyle mi? Uzak ihtimal.”
Toprağın onlardan neyi eksilttiğini iyi biliriz. Bizde her şeyi saklayan kitap vardır.”(Kaf 50/3-4)
Nebîmizin bu konuda şöyle dediği rivayet edilmiştir:
“Gökten yağmur yağar ve bakla gibi yerden biterler. İnsanın her şeyi çürür, sadece bir kemiği, kuyruk sokumu kemiği (acb’uz-zeneb) çürümez. Kıyamet günü yaratılış ondan oluşur”[13].
Yaratılış tamamlanıp olgun insan kıvamına gelince, ona analık ve babalık yapan toprak, bir kabuk gibi çatlar ve uykudan uyanmışçasına kalkmasını sağlar.
يَوْمَ تَشَقَّقُ الْأَرْضُ عَنْهُمْ سِرَاعًا
O gün yer hızla çatlayıp onları dışarı çıkarır.(Kaf 50/44)
Herkesin bulunduğu yer, ana rahminin doğum öncesi şişkinliği gibi şişmiş olacaktır.
وَحَرَامٌ عَلَى قَرْيَةٍ أَهْلَكْنَاهَا أَنَّهُمْ لَا يَرْجِعُونَ . حَتَّى إِذَا فُتِحَتْ يَأْجُوجُ وَمَأْجُوجُ وَهُم مِّن كُلِّ حَدَبٍ يَنسِلُونَ . وَاقْتَرَبَ الْوَعْدُ الْحَقُّ فَإِذَا هِيَ شَاخِصَةٌ أَبْصَارُ الَّذِينَ كَفَرُوا يَا وَيْلَنَا قَدْ كُنَّا فِي غَفْلَةٍ مِّنْ هَذَا بَلْ كُنَّا ظَالِمِينَ .
“Yaşanmaz hale getirdiğimiz bir kentin halkı (her şeyden) yoksun kalır, eski hallerine dönemezler. (Bu durum Kıyamet günü) Yecuc ile Mecuc’un (kabirleri) açılıncaya kadar sürer. O zaman her bir tümsekten çıkar, hızla giderler. Artık gerçek tehdidin (cehenneme gitme) vakti yaklaşmış olur. Bir de bakarsın ki o kâfirlerin gözleri fal taşı gibi açılmış “Yazık oldu bize, bunu hesaba katmamıştık, aslında yanlış yapıyorduk” diyorlar.”(Enbiya 21/95-97)
Kur’an’a göre ye’cu ve me’cuc, bozgunculuk yapanlardır[14]. Burada o gibi kimselerin, kabirden kalktıktan sonraki durumları anlatılmaktadır; yoksa kabirden kalkış, herkes için aynıdır.
Müslümanlar “diriliş bilimi”ni oluşturmakta geç kalmışlardır. Bitkilerin, insanların ve tüm canlıların döllenmesinden olgunlaşmasına kadar geçen safhaları esas alarak yeniden dirilişin bilimini oluşturmaktır.
İnsan = muhalif varlık
İnsan, muhalif varlık olarak yaratılmıştır. Allah Teâlâ şöyle demiştir:
“Yüce Sahibin bir gün meleklere[15]“yeryüzünde bir muhalif varlık yaratıyorum” dedi. Melekler: “Orada çevreyi bozacak ve kan dökecek akıllı bir varlık[16] mı yaratıyorsun? Ama sen güzel yaparsın, sana içten boyun eğmemiz bundandır. Ona, senden dolayı değer veririz[17]” dediler. O da; “Ben sizin bilmediklerinizi bilirim” dedi. (Bakara 2/30)
Muhalif varlık diye tercüme ettiğimiz halife (خَلِيفَة)’dir; aslı halîf (خَلِيف)’tir; hem ism-i fâil hem de ism-i mef’ûl olur. Mübalğa için sonuna tâ (ة) gelmiştir. İsm-i fâil olarak (الخالف), birinin yerine geçen, muhalif olan veya arkada kalan anlamlarına gelir. İsm-i mef’ûl (المخلوف) olarak da yerine başkası geçen, muhalefet edilen ve arkada birini bırakan demektir. Şu âyet de halife kelimesinin “muhalif veya kendine muhalefet edilen varlık” anlamına geldiğini gösterir:
وَلَوْ شَاء رَبُّكَ لَجَعَلَ النَّاسَ أُمَّةً وَاحِدَةً وَلاَ يَزَالُونَ مُخْتَلِفِينَ . إِلَّا مَنْ رَحِمَ رَبُّكَ وَلِذَلِكَ خَلَقَهُمْ …
“Rabbin farklı tercihte bulunsaydı insanları tek bir toplum yapardı ama Rabbinin (Sahibinin) ikram ettikleri dışında kalanlar muhalif olmayı sürdüreceklerdir. O, onları bunun için yaratmıştır…” (Hûd 11/118-119)
Melekler, hayvanlar âlemindeki muhalefetin kanla bittiğini görüyorlardı. Meselâ bir kümeste iki horoz barınamıyor; biri diğerini öldürebiliyordu. Tavuklarda da muhalefet olsaydı kümeste en fazla bir horoz ve bir tavuk kalırdı. İnsanlar; kadınıyla erkeğiyle birbirlerine muhalif olacağı için bir tek aile bile oluşamazdı. Meleklerin itirazının sebebi buydu. Bundan dolayı şöyle bir tepki göstermişlerdi:
“Orada karıştırıcılık yapacak ve kan dökecek birilerini mi oluşturuyorsun? Ama neylersen, güzel eylersin; bu sebeple sana boyun eğeriz. Tertemiz olanı yapmak senin işindir.”
Ama meleklerin bilmediği bir şey vardı. Bu sebeple Allah; “Ben sizin bilmediklerinizi bilirim.” (Bakara 2/30) dedi.
وَعَلَّمَ آدَمَ الأَسْمَاء كُلَّهَا ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلاَئِكَةِفَقَالَ أَنبِئُونِي بِأَسْمَاء هَـؤُلاء إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ
(Allah) Âdem’e, isimlerin hepsini öğretti, sonra onları meleklere gösterdi. “Doğruysanız, bana şunların isimlerini haber verin” dedi.
İsim, bir şeyi tanımlamaya, ait olduğu şeyi bilmeye ve zihinde canlanmaya yarayan sözdür. Böylece o şey tanınmış ve neye yaradığı öğrenilmiş olur.
“وَعَلَّمَآدَمَالأَسْمَاءكُلَّهَا = Âdem’e o isimlerin hepsini öğretti” , ifadesinde isimleri gösteren zamir akılsız varlıklar için olan“ hâ=ها‘dır.
ثُمَّعَرَضَهُمْعَلَىالْمَلاَئِكَةِ“…sonra onları meleklere gösterdi” âyetinde zamir, akıllı varlıkları gösteren “hum=هم“a dönüştürülmüştür. Demek ki, meleklerin akılsız saydıkları varlıklarda, akıllılarda olan bir şey vardı. Akıl, insanın yararlanacağı bilgi anlamına[18]da geldiğinden akılsız görünen varlıkların içinde, insanın yararlanacağı bilgilerin olduğu gösterilmiş oldu.
Meleklere gösterilen bir başka şey de insanoğlunun, o bilgileri kullanacak olmasıdır. Eşyaya dışarıdan bakan o bilgiyi göremez. Bu sebeple Allah Teâlâ ona “gayb bilgisi” demiş ve meleklere şöyle seslenmiştir:
“Size dememiş miydim, ben göklerin ve yerin gaybını bilirim.”(Bakara 2/33)
Demek ki Âdem’e meleklerin göremediği bilgi öğretilmiştir. İnsanı üstün kılan bu bilgidir.
Varlıklara yerleştirilen bilgi, Allah’ın sonsuz bilgisinin bir parçası olduğu için, şöyle demiştir:
“… Onlar onun bilgisinden onun belirlediği kadarı dışında bir şey kavrayamazlar.” (Bakara 2/255)
Öyleyse en bilgili insan, Âdem aleyhisselâm dır.
Halifelik konusunda meleklerin bilmediği; bilim ve medeniyet yarışına dönüşecek halifelik mücadelesiydi. Bilim ve medeniyetteki yarış, en iyiye ve en güzele ulaşma yarışıdır. Bu yarışta kan dökülmez, rakiplerin yaşamasına, destek verilir. Rakipler ne kadar güçlü olursa başarı o ölçüde yüksek olur. Ama halifelik, yani iktidar mücadelesi hayvanlar gibi olursa kan gövdeyi götürür. Mücadelenin böyle olmaması için de kanunlar konur ve mahkemeler oluşturulur.
Yazının öğretilmesi
Şu âyetler bu bilginin Âdem’e yazıyla öğretildiğini göstermektedir:
اقْرَأْوَرَبُّكَالْأَكْرَمُ. الَّذِيعَلَّمَبِالْقَلَمِ . عَلَّمَالْإِنْسَانَمَالَمْيَعْلَمْ.
“Oku. Rabbin sonsuz ikram sahibidir. Kalem ile öğretmiştir; O insana bilmediğini öğretmiştir.” (Alâk 96/3-5)
Yaratılan Ayetlerdeki Bilginin / Zikrin Öğretilmesi
Allah’ın âyetleri ikiye ayrılır; biri indirdiği ayetlerdir ki, Kur’ân’da olanlardır. O, bütün ilahi kitaplardaki âyetleri bir araya toplamıştır. Allah Teâlâ şöyle demiştir:
شَرَعَلَكُمْمِنَالدِّينِماوَصَّىبِهِنُوحاًوَالَّذِيأَوْحَيْناإِلَيْكَوَماوَصَّيْنابِهِإِبْراهِيمَوَمُوسىوَعِيسىأَنْأَقِيمُواالدِّينَوَلاتَتَفَرَّقُوافِيهِكَبُرَعَلَىالْمُشْرِكِينَماتَدْعُوهُمْإِلَيْهِاللَّهُيَجْتَبِيإِلَيْهِمَنْيَشاءُوَيَهْدِيإِلَيْهِمَنْيُنِيبُ. وَماتَفَرَّقُواإِلاَّمِنْبَعْدِماجاءَهُمُالْعِلْمُبَغْياًبَيْنَهُمْوَلَوْلاكَلِمَةٌسَبَقَتْمِنْرَبِّكَإِلىأَجَلٍمُسَمًّىلَقُضِيَبَيْنَهُمْوَإِنَّالَّذِينَأُورِثُواالْكِتابَمِنْبَعْدِهِمْلَفِيشَكٍّمِنْهُمُرِيبٍ
“Allah Nuh’a ne buyurmuşsa onu, sizin için bu dinin şeriatı yapmıştır. Sana vahyettiğimiz, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya emrettiğimiz şudur: Bu dini ayakta tutun ve ayrı düşmeyin. Senin çağırdığın şey müşriklere ağır geldi. Allah doğru çalışanı kendi tarafına alır ve doğruya yöneleni de kendine yönlendirir.” Ayrı düşenler, kendilerine bu ilim geldikten sonra ve sadece birbirlerinin haklarına göz diktikleri için ayrı düştüler. Eğer belirli bir süre için Rabbin tarafından verilmiş bir söz olmasaydı, aralarında hüküm verilirdi. Arkalarından Kitaba varis kılınanlar da ondan dolayı endişeli bir şüphe içindedirler.”(Şûra 42/13–14)
Allah Teâlâ, indirdiği âyetlerle ilgili olarak da şöyle buyurmuştur:
قُلْأَرَأَيْتُمْإِنْكانَمِنْعِنْدِاللَّهِثُمَّكَفَرْتُمْبِهِمَنْأَضَلُّمِمَّنْهُوَفِيشِقاقٍبَعِيدٍسَنُرِيهِمْآياتِنافِيالْآفاقِوَفِيأَنْفُسِهِمْحَتَّىيَتَبَيَّنَلَهُمْأَنَّهُالْحَقُّأَوَلَمْيَكْفِبِرَبِّكَأَنَّهُعَلىكُلِّشَيْءٍشَهِيدٌ
“De ki; baksanıza: O (Kur’an) Allah katındansa, siz de onu görmezlikten geliyorsanız; böyle derin bir ayrılık içinde olandan daha şaşkını kim olabilir. Âyetlerimizi onlara, hem çevrelerinde hem de kendi içlerinde göstereceğiz, sonunda onun (Kur’ân’ın) gerçek olduğu onlar açısından iyice anlaşılacaktır.” (Fussilet 41/52-53)
Yaratılan ayetler, indirilen âyetlerin doğruluğunun göstergesi oldğundan arada çelişki olamaz. Zaten Kur’an’ın Allah’ın kitabı olduğu ancak yaratılan ayetlerden anlaşılabilir. Birilerinin ona Allah’ın kitabı demesi veya bu bilgiyi tarihi açıdan doğrulaması, inanıp bağlanmak için yeterli sebep değildir.
Allah’ın indirdiği âyetlerin ortak adı zikirdir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
إِنَّانَحْنُنَزَّلْنَاالذِّكْرَوَإِنَّالَهُلَحافِظُونَ
“O Zikr’i (Kur’ân’ı) biz indirdik biz! Onun koruyucusu da biziz.”(Hicr 15/9)
أَمِاتَّخَذُوامِندُونِهِآلِهَةًقُلْهَاتُوابُرْهَانَكُمْهَذَاذِكْرُمَنمَّعِيَوَذِكْرُمَنقَبْلِيبَلْأَكْثَرُهُمْلَايَعْلَمُونَالْحَقَّفَهُممُّعْرِضُونَ
“Yine de Allah’tan önce bir takım tanrılara mı tutundular? De ki; “delilinizi getirin. Benimle birlikte olanların Zikri budur. Bu benden öncekilerin de Zikridir.” Onların çoğu bu gerçeği bilmez de onun için yüz çevirirler.”
Ragıb el-İsfahânî’ye (öl. 502 h.) göre zikir (الذكر), kişinin elde ettiği bir marifeti korumasına imkân veren özelliktir. Hıfz (الحفظ) gibidir ama hıfz, marifetin korunmasını zikir ise kullanıma hazır tutulmasını ifade eder[19]. Marifet (المعرفة) bir şeyi bağlantılarıyla düşünüp öğrenmektir[20]. Buna gore “Zikir, bağlantılarıyla birlikte düşünülüp öğrenilen bilgiyi kullanıma hazır tutmaktır.” O marifeti kalbe ve dile getirmeye de zikir denir[21].
Tespit edebildiğimiz kadarıyla kelimeye bu anlamı sadece Ragıb el-İsfahânî vermiştir. Diğerleri “unutmanın zıddı[22]” dedikleri için hıfızla zikri ayıramamışlardır.
İlgili âyetlere baktığımızda Ragıb el-İsfahânî’nin önemli bir fark yakaladığını görmekteyiz. Zikrin kaynağı “marifet”tir. Marifetin ilk kaynağı ise varlıklar âlemidir. Varlıklar âleminde yapılan sayısız gözlemle elde edilen bilgi parçacıkları arasında bağlantılar kurularak zikir edilir. Bunu anlatan çok sayıda ayet arasından şu âyetlere bakalım:
أَلَمْتَرَإِلَىرَبِّكَكَيْفَمَدَّالظِّلَّوَلَوْشَاءلَجَعَلَهُسَاكِنًاثُمَّجَعَلْنَاالشَّمْسَعَلَيْهِدَلِيلًا. ثُمَّقَبَضْنَاهُإِلَيْنَاقَبْضًايَسِيرًا .وَهُوَالَّذِيجَعَلَلَكُمُاللَّيْلَلِبَاسًاوَالنَّوْمَسُبَاتًاوَجَعَلَالنَّهَارَنُشُورًا. وَهُوَالَّذِيأَرْسَلَالرِّيَاحَبُشْرًابَيْنَيَدَيْرَحْمَتِهِوَأَنزَلْنَامِنَالسَّمَاءمَاءطَهُورًا.لِنُحْيِيَبِهِبَلْدَةًمَّيْتًاوَنُسْقِيَهُمِمَّاخَلَقْنَاأَنْعَامًاوَأَنَاسِيَّكَثِيرًا .وَلَقَدْصَرَّفْنَاهُبَيْنَهُمْلِيَذَّكَّرُوافَأَبَىأَكْثَرُالنَّاسِإِلَّاكُفُورًا .
“Rabbini görmedin mi; gölgeyi nasıl uzatıyor? Emretseydi onu hareketsiz hale getirirdi. Güneşi de ona delil yapmıştır. Sonra gölgeyi yavaşça kendine çeker[23]. Geceyi size örtü, uykuyu dinlenme, gündüzü de yayılma vakti yapan odur.
Rüzgârları, ikramının önünde müjdeci olarak gönderen de odur. O, gökten dupduru bir su indirir; bunu, ölü bir beldeyi canlandırmak, yarattıklarını, en’âmı[24] ve birçok insanı suvarmak için yapar. O suyu, aralarında halden hale çevirir ki tezekkür etsinler. Ama insanların çoğu, nankörlük dışında her şeye direnç gösterir[25].” (Furkân25/45 – 50)
“tezekkür etsinler” diye tercüme ettiğimiz “لِيَذَّكَّرُوا= liyezzekkerû” fiili tefa’ul (تفعُّل)babındandır. Aslı “لِيَتذكَّرُوا= liyetezekkerû”dur. Bu bab fiile, tekellüf anlamı yükler. Tekellüf, istenen şeyi adım adım elde etmektir. O zaman tezekkür; zikri, adım adım elde etmek olur.
Yukarıdaki ayetlerde önce, gölgenin oluşumuna ve hareketlerine dikkat çekilmektedir. Bununla mevsimlerin oluşumu, zaman bilgisi, dünyanın beşik gibi sağa ve sola yatması yani eksen eğriliği, dünyanın yuvarlak olması gibi birçok zikre yani doğru bilgiye ulaşırız. Rüzgârların hareketi, bulutların sürüklenmesi, yağmurun oluşumu, yağması, suyun toprakla temasıyla tarım ve hayvancılık arasındaki ilişki ve suyun değişik halleri de bize birçok konuda zikir yani doğru bilgi verir. Biz bu zikre, tabiattaki ayetleri gözlemleyerek ve elde edilen bilgilerden benzer olanları birleştirerek ulaşırız. Bu da bize zikrin elde ediliş sürecini gösterir.
Allah’ın indirdiği âyetlerin yani Kur’ân’ın tamamı zikirdir. Allah Teâlâ şöyle demiştir:
“Sana da bu zikri indirdik ki kendilerine ne indirildiğini bu insanlara bildiresin; belki düşünürler.”(Nahl 16/44)
Din – bilim ilişkisi
Bilim adamları, değişik açılardan varlıklar âlemini incelerler. Bunların her biri Allah’ın âyetleridir. Dolayısıyla ana konusu Allah’ın ayetleri olmayan bir tek bilim dalı yoktur.
Kur’ân, zikir olduğu için ilim dallarının tamamı ona muhtaçtır. Onlardan her biri, kendi alanını anlatan ayetleri, Kur’ân ve Arapça uzmanlarıyla birlikte bulmalı ve incelemelidir. O zaman, Âdem aleyhisselama öğretilen bilgilere ulaşma, bilimde ve teknolojide hayallerin ötesinde ilerleme imkânını yakalamış oluruz. Çünkü biz, varlıklardaki bir bilgiye ulaşmak için tümevarım (induction) metodunu kullanırız. Kur’an’daki yöntemi[26] kullanarak o bilgileri Kur’an’la karşılaştırırsak doğruluğunu tümden gelim metoduyla da test etmiş oluruz. Çünkü Kur’ân, varlıklar âlemindeki zikirlerin, yaratıcı tarafından söze dökülmüş şeklidir.
Dini, Kur’ân ve Sünnet bütünlüğüne göre anlatabilirsek İslam’ın bir anda bütün insanlığın dini olmasının önü açmış oluruz. Çünkü din, fıtrattır.
Din ve fıtrat
Fıtratın sözlük anlamı uzunlamasına yarmaktır[27]. Bu, varlıkların oluşumunu sağlayan bölünme kanununu akla getirir. Ayetlere göre bu kanunun hem göklerin ve yerin yaratılışında hem de insanın yaratılışında geçerlidir. Allah Teâlâ şöyle demiştir:
أَوَلَمْيَرَالَّذِينَكَفَرُواأَنَّالسَّمَاوَاتِوَالْأَرْضَكَانَتَارَتْقًافَفَتَقْنَاهُمَاوَجَعَلْنَامِنَالْمَاءِكُلَّشَيْءٍحَيٍّأَفَلَايُؤْمِنُونَ
O tanımazlık edenler görmediler mi, gökler ve yer bütün halinde idi, onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık, hâlâ inanmayacaklar mı?(Enbiya 21/30)
إِنِّيوَجَّهْتُوَجْهِيَلِلَّذِيفَطَرَالسَّمَاوَاتِوَالْأَرْضَحَنِيفًاوَمَاأَنَامِنَالْمُشْرِكِينَ
Ben yüzümü, doğrudan doğruya gökleri ve yeri yaratana çevirdim. Ben müşriklerden değilim. (En’am 6/79)
وَإِلَىعَادٍأَخَاهُمْهُودًاقَالَيَاقَوْمِاعْبُدُوااللَّهَمَالَكُمْمِنْإِلَهٍغَيْرُهُإِنْأَنْتُمْإِلَّامُفْتَرُونَ .يَاقَوْمِلَاأَسْأَلُكُمْعَلَيْهِأَجْرًاإِنْأَجْرِيَإِلَّاعَلَىالَّذِيفَطَرَنِيأَفَلَاتَعْقِلُونَ
“Âd’a soydaşları Hûd’u gönderdik. Dedi ki; “Ey halkım! Allah’a kul olun; sizin başka tanrınız yoktur. Siz sadece uyduruyorsunuz. Ey halkım! Bunun için sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretimi, beni yaratan verecektir. Aklınızı kullanmaz mısınız?” (Hûd 11/50-51)
Her iki ayette de yaratma anlamı verilen kelime fatara = فَطَرَ’dır. Fıtrat, varlıkları oluşturan yaratılış, değişim, gelişim ilke ve kanunları, şeklinde tarif edilebilir.
İnsanların, hayvanların, bitkilerin, yerin, göğün hâsılı her şeyin yapısı ve işleyişi fıtrata göredir. Fıtrat kanunları ve o kanunlarla oluşan varlıklardan her biri, birer âyettir. Bu sebeple varlıklar âlemine kâinat kitabı demek uygun olur. Her insan bu kitabın ayetlerini okur ve kendi kabiliyeti oranında ondan bilgiler alır. Araştırma ve gözlemlerini derinleştirenler daha derin bilgilere, keşiflere ve icatlara ulaşırlar. Evrensel değerler, bilim ve felsefe böyle oluşur. Kitaplar, bu bilgileri saklamak, eğitim ve öğretim de onu, yeni nesillere aktarmak içindir. İşte din, fıtrat kanunlarının toplamıdır. Allah Teâlâ şöyle demiştir:
فَأَقِمْوَجْهَكَلِلدِّينِحَنِيفًافِطْرَتَاللَّهِالَّتِيفَطَرَالنَّاسَعَلَيْهَالَاتَبْدِيلَلِخَلْقِاللَّهِذَلِكَالدِّينُالْقَيِّمُوَلَكِنَّأَكْثَرَالنَّاسِلَايَعْلَمُونَ
“Sen yüzünü dosdoğru bu dine, Allah’ın fıtratına çevir. O, insanları ona göre yaratmıştır. Allah’ın yarattığının yerini tutacak bir şey yoktur. İşte sağlam din bu dindir. Ama insanların çoğu bunu bilmezler.” (Rum 30/30)
Allah’ın yarattığı kitapla indirdiği kitap arasındaki bütünlük kavranırsa doğru dinin, insanları hurafelere değil, tartışmasız doğrulara çağırdığı anlaşılır. Allah’ın kitabı, temel başvuru kitabı haline gelir ve bilimsel çalışmalar hayallerin ötesinde bir sıçrama yapar.
Bu durumda her bilim adamı aynı zamanda bir din adamı sayılacaktır. Allah’ın ilk Nebîsi olan Âdem’e yaratılmış âyetleri öğrettiği gibi son Nebîsi Muhammed aleyhisselama da indirdiği ilk âyetlerde yaratılmış âyetlere dikkat çekmiştir. Allah Teâlâ şöyle demiştir:
اقْرَأْبِاسْمِرَبِّكَالَّذِيخَلَقَ . خَلَقَالْإِنْسَانَمِنْعَلَقٍ. اقْرَأْوَرَبُّكَالْأَكْرَمُ .الَّذِيعَلَّمَبِالْقَلَمِ .عَلَّمَالْإِنْسَانَمَالَمْيَعْلَمْ .
“Rabbinin adıyla oku; yaratan odur. O insanı alaktan yaratmıştır. Oku; Rabbin sonsuz ikram sahibidir. Kalem ile öğretmiştir. İnsana bilmediğini öğretmiştir.”(Alâk 96/1-5)
İkinci ayette geçen alâk = عَلَق, hem insanın ilk yapısı olan embriyoyu hem de sosyal bir varlık olduğunu gösterir. Alâk, ilgi ve alaka diye de tercüme edilebilir. İnsanın yaşaması çok sayıda insanın mal ve hizmet üretmesine bağlıdır. Bir koyunu, suyu ve otu bulunan bir yere koyarsanız bütün ömrünü orada geçirip en üst seviyede ürün verebilir. Ama bu şekilde yaşayabilecek tek bir insan yoktur. Bu sebeple Allah Teâlâ yaptığı ilk vahiyde son Nebîsine, tabiatı oku, çevreni oku demiştir.
Varlıklar, Allah’ın yarattığı âyetler olduğuna göre bilim adamları onları, ibadet aşkıyla okumalı, onlardan öğrenilen bilgiler ile Kur’ân’daki ilgili ayetleri bulmalı ve ileri ufuklara ulaşmalıdır. O zaman bütün varlıklar gibi insanoğlu da Yaratıcıya boyun eğecek ve yalnız ona kul olmanın mutluluğunu yaşayacaktır. Kendi uzmanlık alanı ile ilgili zikirlere ulaşanlar, Allah’a daha saygılı olurlar. Allah Teâlâ şöyle demiştir:
إِنَّمَايَخْشَىاللَّهَمِنْعِبَادِهِالْعُلَمَاءُ
“Allah’a saygılı olanlar, sadece onun bilgili kulları arasından çıkar.”(Fatır 3335/28)
Öğretmeni Allah Teala olan Adem aleyhisselam İblis tarafından aldatıldığına göre bilim adamları herkesten daha çok dikkat etmeli ve duygusallaşmamalıdırlar.
Din, fıtrat olduğundan insanları dine çağırırken tezkîrde bulunmak gerekir. Tezkîr, karşı tarafın zihnindeki zikir ile Kur’an arasındaki ilişkiyi göstermek yani Allah’ın kitabını onun diliyle okumaktır. Allah bu görevi her müslümana yüklemiş ve şöyle buyurmuştur:
وَإِذَأَخَذَاللّهُمِيثَاقَالَّذِينَأُوتُواْالْكِتَابَلَتُبَيِّنُنَّهُلِلنَّاسِوَلاَتَكْتُمُونَهُفَنَبَذُوهُوَرَاءظُهُورِهِمْوَاشْتَرَوْاْبِهِثَمَناًقَلِيلاًفَبِئْسَمَايَشْتَرُونَ
“Allah, kendilerine kitap verilenlerden kesin söz aldı; onu insanlara kesinlikle beyan edeceksiniz; gizlemeyeceksiniz, dedi. Onlar ise, o kitabı sırtlarının gerisine attılar ve ona karşılık az bir bedel aldılar. Aldıkları o şey ne kötüdür!” (Al-i İmrân 3/187)
İndirilmiş ayetleri gizleyenlerle ilgili tehdit çok ağırdır. Allah Teâlâ şöyle demiştir:
“İndirdiğimiz açık ayetleri ve doğru yolu bu Kitapta insanlara açıkladığımız halde, gizleyenleri Allah dışlar. Dışlayacak olanlar da dışlarlar. Tevbe edip kendini düzelten ve onları açıklayanlar başka. Onların tevbesini kabul ederim. Ben tevbeleri kabul ederim, ikramım boldur.” (Bakara 2/159-160)
İnsanda Allah inancının oluşması
İnsan, doğduğu günden öleceği güne kadar, çevresinde ve kendi içinde olan ayetleri, bilgisi ve tecrübesi oranında okur. Sonunda Allah’ın varlığını ve birliğini, gözüyle görmüş ve eliyle dokunmuş gibi kavrar ve bu hususta Allah’a kesin söz verir. Allah Teâlâ şöyle demiştir:
وَإِذْأَخَذَرَبُّكَمِنْبَنِياٰدَمَمِنْظُهُورِهِمْذُرِّيَّتَهُمْوَأَشْهَدَهُمْعَلَىأَنْفُسِهِمْأَلَسْتُبِرَبِّكُمْقَالُوابَلَىشَهِدْنَاأَنْتَقُولُوايَوْمَالْقِيَامَةِإِنَّاكُنَّاعَنْهَذَاغَافِلِينَ. أَوْتَقُولُواإِنَّمَاأَشْرَكَاٰبَاؤُنَامِنْقَبْلُوَكُنَّاذُرِّيَّةًمِنْبَعْدِهِمْأَفَتُهْلِكُنَابِمَافَعَلَالْمُبْطِلُونَ. وَكَذٰلِكَنُفَصِّلُالْآَيَاتِوَلَعَلَّهُمْيَرْجِعُونَ.
“Rabbin, Âdemoğullarından, onların bellerinden nesillerini aldığında onları kendilerine karşı şöyle şahit tuttu: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” Onlar da: “Evet Rabbimizsin. Biz buna şahidiz.” dediler. Artık Kıyâmet günü; “biz bunun farkında değildik” diyemezsiniz.
Şunu da diyemezsiniz: “Önceden ortak koşanlar babalarımızdı. Biz ise onlardan sonra gelen bir nesil idik. O batıla sapanların işlediklerinden ötürü bizi yok mu edeceksin?”
İşte o belgeleri böyle açık açık anlatırız. Belki dönerler.” (A’raf 7/172-174)
Halk arasında “bezm-i elest’te alınan misak” veya “elestu birabbikum” denen bu olay, insanın, açık ve net olarak, Allah’ın varlığını ve birliğini kabul etmesi olayıdır. Âyet bu işlemin, Âdemoğullarının “bellerinden nesillerinin alınması” sırasında kesinleştiğini bildirmektedir.
Neslin belden alınması, nesli devam ettirecek tohumun alınmasıdır. Kişi onunla erginlik çağına girer ve çocuğu olacak yaşa gelir. İnsan, henüz çocuk yaşta iken Allah’ı aramaya başlar. Bu konuda çevresini soru yağmuruna tutar. Sonunda Allah’ın var ve bir olduğunu tam olarak kavrar. Karşısına çıkan delillerle sanki Allah ona, “Ben senin rabbin (sahibin) değil miyim?” diye sorar. O da tam bir kararlılıkla “Evet, Rabbimsin, ben buna şahitlik ediyorum” der. Benzeri durumlar, çevresinde Allah’ın âyetlerini gözlemledikçe tekrarlanır. Bu sebeple her insan, Allah’ın var ve bir olduğunu, her şeyi onun yarattığını kabul eder.
Müşrik, ortak koşan demektir. Ortaklık için en az iki şey gerekir. Bunlardan birincisi daima Allah’tır. Allah’ın var ve bir olduğunu bilen insan, Allah’a ortak saydığı varlık için haklı bir gerekçe bulamayacağından ahirette şu sözü söyleyemeyecektir:
أَوْتَقُولُواإِنَّمَاأَشْرَكَاٰبَاؤُنَامِنْقَبْلُوَكُنَّاذُرِّيَّةًمِنْبَعْدِهِمْأَفَتُهْلِكُنَابِمَافَعَلَالْمُبْطِلُونَ.
“Önceden ortak koşanlar babalarımızdı. Biz ise onlardan sonra gelen bir nesil idik. Şimdi o batıla sapanların işlediklerinden ötürü bizi yok mu edeceksin.”(A’raf 7/173)
Erginlik çağı önemlidir. Sorumluluk bu çağda başlar. Babalar veya çevredekiler aksini söylese de erginlik çağına giren insan, Allah’ın varlığına ve birliğine, onun kendisinin ve tüm varlıkların sahibi ve efendisi olduğuna kesinkes şahit olur. Kimi bunu açığa vurur. Kimi de önemli olaylar karşısında ortaya çıkarır. Birçok insan bu kadar bir inancın kendine yeteceğini sanır. Bu bir şeytan aldatmasıdır. Allah Teâlâ şöyle demiştir:
وَلَايَغُرَّنَّكُمْبِاللَّهِالْغَرُورُ.
“O aldatıcı şeytan, sakın sizi Allahile aldatmasın.” (Lokman 31/33)
Kendilerine tanrıtanımaz diyen ateistler Allah’ı işlerine karıştırmak istemeyenlerdir. Onlar kendilerini tanrılaştırır ve kendilerinin efendisi olmaya çalışırlar. Diğer müşrikler ise Allah ile beraber başka efendiler bulur, onları Allah’a benzer konuma getirir ve Allah’a verdikleri kesin sözden cayarlar. Ama hepsi de bilir ki, Allah’ın bir benzeri olamaz.
Şirke düşenler; “…Allah’a verdikleri sözün kesinleşmesinden sonra caymış, Allah’ın birleştirilmesini emrettiği şeyi kesmiş olurlar.” Çünkü Allah’a karşı aracı koymak doğrudan ilişkiyi kesmektir.
Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır
[1]Kur’ân, önceki ilahi kitapları tasdik eder. Ancak onun tasdiki, Tevrat ve İncil’de de bulunan Kur’ân âyetleri ile sınırlıdır. Çünkü hiçbir âyette onun Tevrat’ı ve İncil’i tasdik ettiği söylenmez. Bir âyet şöyledir:
نَزَّلَعَلَيْكَالْكِتَابَبِالْحَقِّمُصَدِّقاًلِّمَابَيْنَيَدَيْهِوَأَنزَلَالتَّوْرَاةَوَالإِنجِيلَ
“Sana, gerçekleri içeren ve kendinden öncekileri tasdik eden bu Kitab’ı o indirmiştir. Tevrat’ı ve İncil’i de o indirmiştir.”(Âl-i İmran 3/3)
Buna karşılık İncil’in Tevrat’ı tasdik ettiği açıkça ifade edilir. Ayet şöyledir:
وَقَفَّيْنَاعَلَىآثَارِهِمبِعَيسَىابْنِمَرْيَمَمُصَدِّقًالِّمَابَيْنَيَدَيْهِمِنَالتَّوْرَاةِ
“Sonra onların izinden Meryem oğlu İsa’yı, önündeki Tevrat’ı tasdik etsin diye gönderdik.”(Maide 5/46)
Kur’ân’ın tasdikinin, Tevrat ve İncil’de olan âyetlerle sınırlı olduğunu şu âyetten öğreniyoruz:
وَأَنزَلْنَاإِلَيْكَالْكِتَابَبِالْحَقِّمُصَدِّقًالِّمَابَيْنَيَدَيْهِمِنَالْكِتَابِوَمُهَيْمِنًاعَلَيْهِ
“Doğruları içeren bu Kitabı sana, kendinden öncekilerde, bu Kitaptan olanları tasdik edici olarak indirdik.”(Maide 5/48)
Bu aytte iki tane الْكِتَابِkelimesi vardır. Kelimenin bu şekilde tekrarlanması ikisinin de aynı şey olduğunu gösterir.
Sonuç olarak, kadının eğri kaburga kemiğinden yaratıldığını Kur’an tasdik etmediğinden ilgili hadisi, İsrailiyat olarak kabul etmemiz gerekir.
[2]İbn Manzur, Cemalüddin Muhammed b. Mukrim (630-711), Lisanu’l-Arab, Beyrut trs. نَّطَفُmaddesi
[3] Halil b. Ahmed, (100-175 h.) el-Ayn, (thk: Mehdî el-Mahzûmî, İbrahim es-Sâmrâî), İran 1409/1988. Karışımlar diye tercüme ettiğimiz emşâc = أَمْشَاجkelimesi, meşîc = مشَيج‘in çoğuludur. مشَيجism-i fail veya ism-i mef’ul olur. İsm-i fail olarak anlamı “karışanlar”, ism-i mef’ul olarak “karışımlar”dır.
[4]Lisan’ul-Arab, قررmaddesi.
[5]Ahmed b. Muhammedel-Feyyûmî, el-Mısbah’ul-Munîr, Lübnan 2001, s. 519. مكن md.
[6]Lisan’ul-Arab, النَّطَفُmaddesi.
[7] http://m.harunyahya.org/tr/books/704/Hucredeki-Mucize/chapter/5251/Anne-Karnindaki-Gelisim
[8]Âl-i İmran 59, Rum 20, Kehf 37, Hac 5, Fatır 11, Gafir 67.
[9] Ahmed b. Faris b. Zekeriya, Mu’cemu mekâyîs’ul-luğa, Beyrut, tarihsiz.
مَنَى يدلُّ على تقديرِ شيءٍ ونفاذِ القضاءِ به. منه قولهم: مَنَى له المانِي، أي قدَّر المقدِّر
[10]Bkz. Enfal 8/38, Hicr 15/ 13, Kehf 18/55, Ahzab 33/38, Fatir 35/43, Mümin 40/85, 62, Feth 48/23
[11]Bkz. Bakara 2/106. Ayrıca şu yazımızı inceleyebilirsiniz:
[12]http://www.erguven.net/anasayfa/yazigoster/Bitkilerin-Eseyli-Ureme-Organi-6-Sinif-Fen118
[13]Buharî, Tefsîr’ul-Kur’an 39. Zümer 69. ayetin Tefsiri 3.
[14]Dediler ki: “Bak Zülkarneyn! Yecuc ile Mecuç bu ülkede bozgunculuk ediyorlar. Sana vergi versek de bizimle onlar arasına bir set yapsan, olmaz mı?” (Kehf 18/94)
[15]Melekler, Allah’ın bazı işlerde görevlendirdiği cinlerdir. İmtihana tabi oldukları için onların da kâfir olanları vardı. İblis de imtihanı kaybedince kâfir cinlere karıştı.
[16]Tercümede “akıllı varlıklar” ifadesini kullanmamız, onları gösteren men ( مَن)kelimesinden dolayıdır.
[17]Ayette geçen takdis (تقديس), ilahi arındırma anlamındadır. Allah’ın arındırdığı varlık değerlidir. Nukaddisulek (نُقَدَّسُلَكَ), nukaddisu haza’l-emre lek= “Senden dolayı ona değer veririz” demektir.
[18]er-Ragıb el-İsfahânî (ö. 425 h.), Müfredât (Tahkik: Safvan Adnan Dâvûdî), Dımaşk ve Beyrut, 1412/1992 عقلmad.
[19]Ragıb el-İsfahânî, Müfredât, كر ذmad.
الذكر: تارةيقالويرادبههيئةللنفسبهايمكنللإنسانأنيحفظمايقتنيهمنالمعرفةوهوكالحفظإلاأنالحفظيقالاعتبارابإحرازه،والذكريقالاعتباراباستحضاره
[20]Müfredât عرف mad.
إدراكالشيءبتفكروتدبرلأثره
[21]Müfredât, كرذ mad.
[22] Mekâyîs, Lisânul-Arab.
[23]Arap edebiyatındailtifat sanatı vardır. Anlatımı canlı tutmak ve konunun önemini vurgulamak için sözün akışı beklenmedik bir şekilde değişerek üçüncü şahıstan birinci şahsa, ikinci şahıstan birinci veya üçüncü şahsa, birinci şahıstan ikinci veya üçüncü şahsa geçilir. Geçmiş zamandan şimdiki veya gelecek zamana; gelecek zamandan geçmiş zamana ya da geçmiş zamandan emir kipine de geçiş yapılabilir. Türkçede bu sanat olmadığından bu sanatın geçtiği âyetleri, olduğu gibi tercüme etmek bir Türk’ü şaşırtır. Busanat yok sayılarak âyete meal verilmiştir.
[24]En’âm 143 ve 144. âyetlere göre en’âm; koyun, keçi, sığır ve devenin erkeği ve dişisidir.
[25]Türkçe’de iltifat sanatı olmadığı için meal, bu sanat yok sayılarak yapılmıştır.
[26]O metodu görmek için şu yazımızı inceleyebilirsiniz:
[27]Müfredat فطرmad.