Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır – Birsen Altıner Görüşmesi

“Kuran’da hüküm veren ayetler var. Örneğin ‘namaz kılın’, ‘zekat verin’ diyor Kuran. Ardından mutlaka bunlara açıklık getiren ayetler belli bir sistematik içinde karşınıza çıkıyor. O konuyla ilgili ikinci ayeti mutlaka buluyorsunuz. Daha sonra 2 tane daha buluyorsunuz. Bu ikiler ne kadar çok olursa o konu hakkında detaylı bilgiye ulaşmış oluyorsunuz.”

Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır, Atatürk Üniversitesi İslami İlimler Fakültesini bitirdikten sonra 21 yıl boyunca İstanbul Müftülüğünde müftü yardımcısı ve uzman olarak çalıştı. Bu süre içinde Fetva Kurulu Başkanlığı yaptı ve İslamî İlimler Araştırma Vakfı’nın ilmi toplantılarını düzenledi. Bu toplantıların, gelen soruları cevaplamakta yetersiz kaldığını fark etmesi üzerine Süleymaniye Vakfı’nı kurdu. Süleymaniye Vakfı, 17 yıldır din ve fıtrat konusunda yüzlerce konuyu araştırdı ve bir kısmını kitap haline getirdi. İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır’la Birsen Altıner görüştü.

-Hocam, Süleymaniye Vakfı’nın çalışmalarını zaman zaman takip ediyorum. Kitaplarınızın bazılarını okudum. Vakıf kurmaya nasıl karar verdiniz?

-Süleymaniye Vakfı’nın kuruluş öncesinin bir hikayesi var tabii ki… 21 yıl İstanbul Müftülüğü’nde fetva işlerinde görev yaptım. Bu görevdeyken 10 yıl kadar İslami İlimler Araştırma Vakfı’nın ilmi araştırmalarını ve toplantılarını yönettim. Oradaki çalışma konularımız bize sorulan sorularla sınırlıydı. Sorulan soruları, Türkiye’deki bilim adamlarının katkılarıyla cevaplamaya çalışıyorduk. Sonra baktık ki, belli bir noktaya kadar geliyoruz, oradan ötesine geçemiyoruz. Problemin görüldüğünden çok daha büyük olduğunu anlamaya başladık. Sonra İslami İlimler Vakfı’nda daha yoğun çalışmalar yapalım diye biraz uğraştık ama, baktım ki oranın yapısı buna uygun değil. Orada ilmi araştırmalardan çok, ilmi toplantılar yapılması tercih ediliyordu. Ben de ilmi araştırmalar yapmak için Süleymaniye Vakfı’nı kurdum.

-Oradan farklı ne tür bir sistem uyguladınız?

-Orada ayda bir yaptığımız toplantıları burada haftada bir yapmaya başladık. Burada uzman kişiler gelsin ve o uzman kişi, konusuyla ilgili bütün görüşlerini sonuna kadar anlatsın istedik. “İki dakikanız var”, “üç dakikanız kaldı” gibi sınırlama getirmeden sonuna kadar konuşsun istedik. Ve kurulduğumuz günden beri çok yoğun çalışmalar yaptık.

-Mesela..?

-İlk çalışmamız “Tarikatçılığa Bakış” kitabı oldu. O küçücük bir kitaptır ama, 5 yılımızı almıştır. Şu anda 6. baskıyı yapıyor. Allah’a şükür bu konuda Türkiye’de ciddi manada bir zihin değişikliğine neden olduğumuza inanıyorum.

-Tarikatçılığa bakış konusunda mı ciddi zihin değişiklikleri yaşandı?

-Evet… Bunu net olarak görüyoruz. Benim yaşadığım çevrede tarikat yoktu. Ben Erzurumluyum. Bizde ilim ağırlıklı bir çevre vardır. Tarikat yoktur. Varsa da köylerde, kazalarda, kenar mahallelerde olur. Merkezde tarikat olduğunu bilmiyorum ben. Tarikatların olduğu duyumlarını alıyorduk ama tanık olmamıştık. Ne annem, ne babam, ne temasta bulunduğum çevre tarikatlarla içli dışlıydı. Tarikatlarla halk arasında dalga geçenler çoktu. “Gece sabaha kadar hu hu hu, sabah namazı yok” derler mesela. “Onların işleri güçleri pilav yemek, din umurlarında değil” gibi halk arasında tenkit edildikleri klişeleşmiş cümleleri vardır.

-Tarikatlarla ilgilenmeye sizi ne itti?

-Ben ilk tarikatla karşılaşmamı arkadaşların ısrarıyla yaşadım. Bir tarikat halifesine gittik.

-Tarikat halifesi ne demektir?

-Tarikat şeyhinin temsilcisi anlamına gelir. Biz bir şeyhin Erzurum temsilcisine gittik. Ben çocukluğumdan beri tenkitçi bir yapıya sahibim. İmam Hatip’ten mezun olurken son sınavdan çıktıktan sonra hocam, “Daha kağıtlar okunmadı ama sen kesin geçmişsindir. Fakat merak ediyorum, bundan sonra kime itiraz edeceksin” diye takılmıştı bana. Yanlış olduğunu gördüğüm her şeye itiraz ederim. Bu huyumu bildiğim için kendi kendime söz verdim, orada kimseye itiraz etmeyeceğime dair. Hiç sesimi çıkarmayacak sadece dinleyecektim. Öyle de yaptım ama benim için çok zor oldu. Epeyce bir süre beni aralarına almak istediler, peşime düştüler. Onlardan uzak durdum. Çünkü orada insanoğlunun ancak bu kadar cahil olabileceğini gördüm. Eğer ben oraya gidip gözlerimle görmeseydim bu cahilliğin derecesini hayal edemezdim. Sonra İstanbul’a geldik. Burada da halkın sorduğu sorularla tarikatçılık hakkında bilgi edindim. Olayın iç yüzünü bu sorular sayesinde kavradım. Ben Erzurum’daki tarikatların cahilliğini o şahsın cahilliğine vermiştim. Öyle değilmiş. İstanbul’daki tarikatlarda da aynı cehaletler yaşanıyordu. O zaman yapısal bir durumun söz konusu olduğunu anladım.

-Ne gibi?

-Din adına uydurulmuş şeyler var. Hele tarikat şeyhlerinin cahilliği müritlerden çok daha fazla. “Tarikatçılığa Bakış” kitabı işte bu noktadan çıktı.

-Bence tarikatlarının görünen yüzü bu. Arkalarında dinden çok daha başka güçler var tabii ki…

-Arka tarafını biz bilmiyoruz tarikatların. Biz görünen yüzünü biliyoruz. İnanç anlamındaki, din anlamındaki yüzü bizi ilgilendiriyor. Orda yapılan yanlışlar bizi ilgilendiriyor.

-Kitap nasıl oluştu?

-Herkesle görüştüm. Şeyhlerle görüştüm, müritlerle görüştüm. Örneğin, Mahmud Efendi var, Esad Coşan var, Sami Efendinin grubundan bazı kimseler var, Nurculardan var vs… Yani orada yazılanların hepsi yaşanan hayatlardan alınmadır. Tamamı belgesel nitelikte olan bir kitaptır bu.

-Hepsiyle kameraların ya da ses alma cihazlarının önünde mi konuştunuz?

-Hayır, ne kameraya aldık, ne teybe kaydettik. Konuya hakim olduğum için benim için zor değil bunları aklımda tutmak ve yazmak. Bildiğimiz bir konu olduğu için bu bize zor gelmez. Onlar teyp kullandığımı zannediyorlar. Çünkü bu kadar doğru nasıl naklettiğime şaşırıyorlar. “Teybe almadım” diyorum ama inanmıyorlar.

-Tarikatların seslerinin azaldığını neye dayanarak söylüyorsunuz?

– Görüştüğümüz kişilere dayanarak söylüyorum. Başlangıçta sert tepkiler alıyorduk ama artık o tepkiler çok cılız olarak çıkmaya başladı. Artık ortaya çıkıp konuşamıyorlar bile. Elbette ki tarikatlar sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada güçlüdür. Kilise de bir tarikattır ona bakarsanız. Biz tarikatları güç odakları olarak zayıfladığını söylemiyoruz, fikir planında zayıfladığını söylüyoruz. Fikir planında kendilerini savunamaz duruma geldiler. Ciddi manada bir zemin kaybına uğradılar. Bunu çok iyi biliyorum, çünkü bize karşı eski sertliklerini gösteremiyorlar. Yüksek sesle konuşamıyorlar. Eskiden de konuşamazlardı ama, daha da zayıfladı sesleri.

-Vakıf olarak tarikatçılığa bakış dışında ne tür çalışmalarınız oldu?

– 21 yıl İstanbul Müftülüğü’nde çalışınca ister istemez problemlerin içinde yaşamak zorunda kalıyorsunuz. İstanbul zaten Türkiye’nin her anlamda şekillendiği bir yer. Ekonomisinden, sanayisine kadar her şey İstanbul’da şekilleniyor. Türkiye’nin en önemli şehrinin müftülüğünde, hele de fetva işleriyle ilgili çalışıyorsanız, problemlerden kaçmanıza imkan yok. Sorunlara çare ararken fıkıhtaki yanlışları keşfetmeye başladık. O zaman bendeki kanaat şuydu; bu sorunları sadece İslami sahada yetişmiş kişilere danışarak çözmek olmaz. Hangi konuyla ilgili çalışıyorsak, o konunun uzmanları da aramızda olmalı diye düşünüyordum. Bu yüzden Süleymaniye Vakfı’ndaki çalışmalara bu uzmanları da dahil ettik. Konunun uzmanları o konu hakkında ufkumuzu açmamıza neden oldu. Bizim ana çalışma alanımız Kuran-ı Kerim. Hayatımızdaki yanlışları Kuran’a giderek daha net görmeye başladık. Bu çalışmalardan “Doğru Bildiğimiz Yanlışlar” kitabı çıktı. Kitapta 34 konu üzerinde çalışmalarımız var. Oysa üzerinde çalıştığımız ama, kitap haline gelmemiş 200’ün üzerinde konu var elimizde. Biz bu konuları kitap haline henüz getirmedik belki ama sesli olarak yayınlıyoruz.

İnternetten çalışmalarımız canlı yayın olarak veriliyor, kayda alınıyor. Amaç bu çalışmalar kaybolmasın. Çağımızın teknolojik gelişmelerinden yararlanıyoruz. Eğer teknolojiden yararlanmasaydık, bu çalışmalarımızın etkisi, belki biz öldükten yıllar sonra ortaya çıkacaktı. Oysa şimdi etkisini hemen görüyoruz.

-Anladığım kadarıyla sizin çizginiz geleneksel Kuran ve Sünnet öğretisi dışında bir çizgi.

-Çok doğru. Biz problemleri Kuran – Sünnet bütünlüğü içinde değerlendiriyoruz. Geleneksel İslam anlayışına Kuran – Sünnet bütünlüğü ters düşüyor. Çünkü o anlayışta Kuran ayrı, sünnet ayrıdır. Her ikisi ayrı kaynak sayılır. Sünnet, peygamberimize yapılmış ayrı bir vahiy kabul edilir. Böyle olunca da işin içinden çıkmak mümkün olmaz.

-İslamiyet’in başlangıcındaki yanlış ne olmuştur? Peygamberimiz Veda Hutbesinde görevinin bittiğini belirtirken, aslında bir anlamda İslamiyet’in de din olarak tamamlandığını vurgulamaktadır. İslamiyet o haliyle kalmadı ne yazık ki, sonrasında sahabeler dönemi, mezhepler vs… Bu süreç İslamiyet’i özünden uzaklaştırdı diyebilir miyiz?

-Çok doğru. Peygamberin vefatıyla birlikte din tamamlanmıştır ama, sonrasında ilaveler yapılmıştır. Tabii ki bu ilaveler gerekli değildi. Bunun nedeni de beklenmedik bir şekilde hızlı fetihlerin olmasıdır. İran, Suriye, Kayseri’den öteye Anadolu, Azerbaycan, Çin sınırına kadar Doğu Türkistan, öte yandan Kuzey Afrika fethedildi. Peygamberimizin yetiştirdiği kişilerin sayısı çok fazla değildi. Hızlı bir fetih olunca, tüm bu bölgelere sahabeden dağıtsanız, bir bölgeye bir kişi bile düşmüyordu. Bu kişiler bu bölgelerin fetihleriyle, idaresiyle meşgul olurken, ilim konusu da oraların eski ulemasının eline geçti. Yani Arap olmayanların eline geçti ilim. Zaten Araplar okur – yazar da değillerdi. Yazılı bir kültürleri yoktu o fetihleri yapan insanların. İlim yerli halkın eline geçince, onlar da fethedilmenin bir anlamda acısını çıkardılar.

-İran’ın fethi örneğin… Koskoca Sasani İmparatorluğu’nu sona erdiriyor Araplar. Yazılı edebiyatı elinde tutan köklü bir devlet, okur – yazar olmayan Araplar tarafından tarihe gömülüyor. Köklü bir imparatorluğu dize getiriyorsunuz. Bunu hazmetmek kolay olmasa gerek.

-Hem de öylesine dize getiriyorsunuz ki, tekrar dirilme ümidi kalmıyor. Sasaniler döneminde bazı Araplar hasat zamanı geliyor, orada çalışıyor, bazen de çapulculuk yapıp gidiyorlardı. Hırsız olarak görüyorlar Arapları. Bu insanlar bir süre sonra gelip, sizin koskoca imparatorluğunuzu yerle bir ediyor. Üstelik bir daha dirilmemek üzere… Ve bu okur – yazar olmayan cahil insanlar öyle bir bilgi getiriyorlar ki, 1500 yıllık edebiyatı olan bir devleti, bilgileriyle yok ediyorlar. Bu Araplar için savaştan daha büyük bir galibiyet. Onlar içinse savaştan daha büyük bir yenilgi. Tabii Arapların bıraktığı boşluğu zamanla onların uleması dolduruyor. Sonra Abbasiler geliyor. O da bir İran projesi olarak ortaya çıkıyor. O zaman bütün intikamlarını alma fırsatı buluyorlar. Mezhepler de böyle oluşturuluyor. Bunların arkasında karanlık noktalar var tabii. İnşallah bunlar zamanla aydınlanacaktır. Bu yüzden biz İslam’a Kuran’la bakmayı yeğliyoruz. Tarih açısından bakmamız çok zor. Zaten biz tarihçi de değiliz. Aslında biz bu çalışmalarımızla tarihçilere de bir anlamda malzeme hazırlamış oluyoruz.

-Kuran ilk defa ne zaman yazılmıştır? 300 yıl sonra yazıldığı iddia edilir.

-Peygamberimiz zamanında yazıldı. İndi ve yazıldı. Bilmem kaç yüzyıl sonra yazıldı iddiası Batılıların iddiasıdır ama bu iddiayı da bir türlü ispatlayamamışlardır.

-Siz nasıl ispatlıyorsunuz?

-Şüpheye meydan vermeyecek kadar açık belgeler var. Hicr suresi 9. Ayet “Kuran’ı şüphesiz biz indirdik. Onu koruyacak olan da şüphesiz biziz” diyor. Nisa suresinin 82. Ayeti de “Onlar Kuran’ı hiç düşünmüyorlar mı? Eğer O, Allah’tan başka birinden gelmiş olsaydı, onun içinde pek çok çelişki bulurlardı” diyor.

-Yani Kuran diğer kitaplar gibi değiştirilmeden bugüne kadar gelmiştir?

-Kuran’ı korumayı Allah üstlenmiştir. Almanya’da Berlin’de bir hanım başkanlığında yapılan bir çalışma var. Kuran’ın yanlışlarını bulmaya çalışıyorlar. Dünyada mevcut olan en eski Kuran’ları incelediler ve birbirleri arasında fark bulamadılar. Sadece bir tek farklı Kuran buldular. O da kişinin kendi yazdığı bir Kuran. Orada da ayetler aynı, sadece surelerin yerleri değiştirilmiş. Bulabildikleri tek farklı Kuran bu… Bulamazlar da. Çünkü Allah yazıya son derece önem verir. Yazılı olmayan hiçbir şeyi yoktur. Kendi yaptığı işleri bile yazılı olmadan eyleme geçirmez. Kuran-ı Kerim bize öyle bildiriyor

-Ama Peygamberimiz okuma yazma bilmiyordu.

-Bunun sebebi insanlar “Muhammed şuradan aldı bu kitabı yazdı” demesinler diyedir. Ankebut suresinin 48. Ayeti “Daha önce sen, hiçbir kitap okumuş değildin. Onu sağ elinle de yazmadın, öyle olsaydı, batılcılar şüphe ederlerdi” diyor.

-Siz Kuran çalışmalarında nasıl bir metodoloji kullanıyorsunuz?

-Kuran’ın kendi içerisinde muhteşem bir matematiği var. Aslında bu çalışmalarımıza bir matematikçinin katılmasını çok istiyorum. Eminim matematikte yepyeni bir ufuk açılacaktır. Kuran’da muhkem ayetler vardır. Yani hüküm içeren ayetler. Örneğin “namaz kılın”, “zekat verin” diyor Kuran. Ardından mutlaka bunlara açıklık getiren ayetler belli bir sistematik içinde karşınıza çıkıyor. O konuyla ilgili ikinci ayeti mutlaka buluyorsunuz. Daha sonra 2 tane daha buluyorsunuz. Bu ikiler ne kadar çok olursa o konu hakkında detaylı bilgiye ulaşmış oluyorsunuz. Ben eminim ki tabiatta da bu matematik sisteminin bir benzeri vardır. Bütün bilimler bu sistemle çok derinlere inebilir, yeni ve geniş bilgilere ulaşılabilir.

-Allah “her kavme bir kitap indirdik” diyor? Ama bizim bildiğimiz kutsal kitaplar 4 tane.

-Ne kadar peygamber varsa o kadar kitap var. Kuran’da adı geçen 25 peygamber var. 28 tane de, 3 tanesi şüpheli olduğu için 25 olarak kabul ediyoruz. Ama Kuran’da adı geçmeyen yüzlerce peygamber var.

-Neden bütün peygamberler Ortadoğu’dan çıkıyor? Afrika’daki insanlara peygamber gelmemiş midir?

Gelmez olur mu? Her kavme peygamber gönderilmiş ama bunların hepsi bize bildirilmiş değil. Mü’min suresi 78. Ayet “Senden önce de peygamberler gönderdik. Onlardan sana anlattıklarımız da var anlatmadıklarımız da.” diyor. Zaten Kuran, peygamberlerin çetelesini tutturmak için indirilmiş bir kitap değil. Fatır suresinin 24. Ayeti de “Biz seni müjdeci ve uyarıcı olman için, hak ile gönderdik. İçinde uyarıcı olmayan hiçbir ümmet yoktur.” diyor. Mesela Zerdüştlerin elindeki Gatalar büyük ihtimalle bir peygambere indirilmiştir. Hinduların inandığı Vedalar da öyle… Bu konuda bizim yaptığımız bir çalışma yok ama, bir takım sondajlar var. O sondajlardan bunu anlıyoruz. Tabii bunları araştırmak için çok büyük bir ekip olması lazım, çok derin bir konu bu. Ben şahsen Budistleri, Zerdüştleri, Sabiileri burada misafir etmeyi çok isterim.

-Siz sık sık yurt dışına gidiyorsunuz? Süleymaniye Vakfı’nın yurt dışı çalışmaları neler?

-Nereden davet gelirse oraya gidiyoruz. Geçen haftalarda Almanya’daydık. Almanya’da Almanca konuşan Müslümanların bir derneği var. Oradan davet geldi, gittik, konuştuk. Bütün çalışmalarımızı takip etmişler, incelemişler. Bizimle çalışma kararı aldılar. Açılımların her zaman çok büyük faydası oluyor. Almanya’da Tübingen Üniversitesi’yle yaptığımız çalışmalarımız var. Son zamanlarda bu çalışmaya Fransız’larda katılmak istiyorlar. Çalışmanın temeli şu; Allah’ın iki tane kitabı var. Birinci kitabı yarattığı kitap, yani tüm varlıklar alemi. İkincisi de indirdiği kitap. Allah’ın indirdiği kitapla, yarattığı kitabı birlikte okuma temeline oturuyor bizim çalışmamız. Çalışmamızın içinde her dinden insan var. Son zamanlarda ateistler de devreye girdi. Biz bu halkayı mümkün olduğunca genişletmek istiyoruz. Biz bu çalışmalarımız sonucunda dinle bilim dengesinin kurulacağına kesin olarak inandık. Ortaklarımız da buna inandılar. Fransızlar epey tereddüt geçirdi ama neticede onlar da “tamam” dedi. Türkiye’de bir takım kıskançlıkları olduğu için buradaki arkadaşları ikna edip bu çalışmaya katmak biraz zaman alacak. Eğer onlar da buna inanırlarsa buradan ekipler halinde gideriz, onları davet ederiz ve bu çalışmanın boyutunu büyütürüz. Allaha şükür bu çok büyük bir çalışma oluyor. Yeni bir medeniyet hareketi diyebileceğimiz büyüklükte bir hareket başladı. Eğer yeterli desteği bulabilirsek, -Allahın izniyle bulacağımıza inanıyorum- Türkiye bu yeni medeniyetin ana merkezi olacaktır. Sadece Almanya’yla değil, Rusya’yla da çok yakın ilişkiler içindeyiz. Moskova Üniversitesiyle, Kazan Üniversitesiyle ilişkilerimiz ilerledi. Rusya’dan bize çok fazla ilgi var. Her söylediğimiz söze, her kelimeye çok değer veriyorlar. Çünkü Kuran’da kendilerini buluyorlar. Kendi kitaplarında bunları bulamadıklarını açıkça söylüyorlar zaten.

-Küreselleşen dinde İslam’ın yeri ne olacak? Son yıllarda “ılımlı İslam” söylemi yaygınlaştı? Ilımlı İslam olabilir mi?

-Mart 2009’da Dinlerarası Diyalog Kurulu Başkanı Jean Loui Pierre Touran ile görüştük. Bize dedi ki; “Kuran’a uyarsanız sizinle diyalog olmaz”. Biz de, “Müslümanlar Kuran’a uymazsa diyalog olmaz” dedik ve ilgili ayetleri okuduk. O’nun ifadesinden anlaşılan şu: “Ilımlı Müslümanlık Kuran’sız Müslümanlıktır.” Bizim bu anlayışı onaylamamız mümkün olmaz. Biz diğer inanç mensuplarıyla bu şekilde değil, gerçek diyaloglar yürütüyoruz.

Kaynak: Açık Gazete